18 Temmuz 2008 Cuma


SAĞ, SOL YOK ARTIK.

Bu günleri yaşayacağımız içinmiş bilemedik; seksen öncesi sağ sol diye ayrılmıştı yurdumun insanı.
Mahalleler, yollar, kahveler ayrılmıştı. İnsanlar birbirlerini acımasızca öldürüyorlardı.
Bir darbe geldi; ne sağ kaldı, ne de sol. Siyasetten bir anda soğuduk, geleceğimizi şekillendirmek bizim için artık önemsizdi. Bireyseldik ve artık o günü güzel yaşamaktı asıl amacımız.
Emperyalistler daha “güleryüzlü” sömürme aracı olarak “küreselleşme” diye bir şey ortaya çıkardılar. Küreselleşme, milliyeti olmayan sermayenin tüm dünyayı etkisine almasıydı.
Aldı da...
Siyasetsiz, geleceksiz, sahipsiz insanlara büyük bir tüketim çılgınlığı aşılandı. Kapitalist doymuyordu. Uluslar arası şirketler acımasız rekabetle büyüdü, tekelleşti.
Medyasıyla, reklamlarıyla, teknolojisiyle düşünen, üreten insanı toplumdan ittiler.
“Dünya artık küçüldü” dediler. Oturdukları gökdelenlerden şirketlerin sanal hisselerini sattılar, daha çok paralar kazandılar.
Gün geçtikçe devletler küresel sermayenin daha acımasız hedefi oldu. Karşılarında güçlü devlet olmamalıydı. Müşteri idi insan; onlar, yurt ve yurttaş kavramını hiç tanımıyorlardı.
Devletin ekonomik faaliyeti olamazdı. Olanları da “ özelleştirme” adı altında sermayeye devrettiler.
Emekçi daha fazla hak elde etmek için mücadele edeceğine işyerini yitirmeme, ona sahip çıkma derdine düştü.
Ezilen sınıf genişledi.
Önceden ezilen, sömürülen sınıf işçilerdi.
Sonra işçilere, köylüler de katıldı; küçük esnaf da, memurlar da…
Derken uluslar arası sermayenin ve onun işbirlikçilerinin dışında tüm halk ezilen sınıfı oluşturdu.
Toplum eskinin “sağ ve sol”u gibi yine ikiye ayrıldı.
Küreselleşme yanlıları ve ulusalcılar.
Avrupa Birliği’ne girmek için her şeylerini verecek olanlar ve ABD’nin dümen suyuna kapılanlar bir yana; Atatürk ilke ve devrimlerini yaşama geçirmeye çalışıp ulusun bütünlüğünü korumak isteyenler öbür yana…
Bu ayrım artık eskinin değer yargılarını da yıktı.
Bir bakıyorsunuz “Enternasyonalistler”, ABD’nin emperyalist küreselleşmecileriyle aynı taleplerde bulunmakta.
Bir bakıyorsunuz Cumhuriyetimizi din devletine çevirmek isteyen biri ABD’de palazlanmakta.
Atatürk’ü, Ulusun bütünlüğünü, Cumhuriyetin geleceğini savunanlar ise “terörist çeteci” diye adlandırılarak zindana atılmakta.
Yanlar gitgide daha belirgin olmakta.




TAŞINMAZ MAL NASIL "TAŞINIR"?

“Sevmek, birbirimize bakmak değil
Aynı yöne birlikte bakmaktır.”
Saint - Exupėry

Avrupa Birliği’ne giriş koşullarından birisi: “Yabancı vakıfların yurdumuzda taşınmaz mal sahibi olabilmeleri”nin sağlanması; yani, topraklarımızın yabancılara satılmasının yasallaştırılmasıdır.
Kuşkuyla baktığımız art niyetli, garip bir koşul...
Korunma içgüdüsüyle doğan bu “paranoyaklık” yalnız bizlerin yüreğine mi düşer?
Bizim yüreğimize düşen kuşku bizleri yönetenlerin akıllarına hiç mi gelmez? Ya besledikleri binlerce danışman, bilirkişi, yurt dışında mürekkep yalamış, okumuşlar hiç mi düşünmezler? Oysa, hepsi de böylesi sorunları çözmek için devlet kasasından ücretlerini her ay peşin alırlar.
Büyük olasılıkla onları yönlendiren bu düşünceyi “Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez”, atasözü desteklemekte. Oysa Avrupa Birliği’ne girmek için yitirdiğimiz öylesi değerlerimiz var ki!...
Yaşadığımız olaylara karşın böyle bir olasılığı düşünememelerine olanak yok. Hem daha şimdiden yabancılara topraklarımızı satmak için yasal zemin hazırlanmış bile. Oysa topraklarımız çok değerli. Doğanın ve tarihin armağanı paha biçilmez hazinelerin üzerinde yaşıyoruz.
19. Yüzyıldan bu yana Ege ve Akdeniz bölgelerindeki tarihi eser yağmalamalarını biliyoruz. Efes, Troya, Bergama, Belkıs kazılarından çıkardıkları defineleri yabancı müzelerde görüyoruz. Antalya Elmalı’dan çalınan 1990 adet sikke ABD’ye götürülmüş. Bursa’da Ulubat Gölü kıyısında bulunan Dorak definesi, Lidya’nın Karun definesi, Burdur Hacılar ve Cremna definesi, Fethiye Kadyanda (Üzümlü) definesi, Horoztepe definesi, Antalya Kumluca Cordydalla’da 1962 yılında bulunup Amerika’ya kaçırılan Bizans definesi, Büyükçekmece definesi, Aydın Karasu Afrodisias Müzesinden çalınanlar...
Saymakla bitecek gibi değil ya; bu çalanları bilmiyor muyuz?
Şimdi de “kendi isteğinizle verin” diyorlar ve gözleri Trakya’da; Istırancalarda.
Dyonysos’un yetiştiği topraklara bizler kötü davransak da onların gözü Ergene’de, Kastro’da, Longos ormanlarında...
Belki gelişmiş uzay teknolojisiyle saptadılar istedikleri toprakları, ne bilelim!... Gazetelerde okumuştuk, geçtiğimiz yıllardaydı, Bartholomeos Longos ormanlarından bataklık araziyi almamış mıydı. (Araştırmak isteyene Bartholomeos’un gerçek adı; Dimitri Arhondoni’dir.) Patrikhane 1940 yılından bu yana taşınmaz mal satın alma çalışmalarını sürdürüyordu. Fener’de ve Ayasofya çevresinde aldırdıklarından sonra Istırancalara yönelmesi veya yönlendirilmesi ilgi çekici.
Bakın tarih ansiklopedilerinde neler yazıyor: “M.Ö. Dördüncü yüzyıl, geçmiştekilere oranla paranın bol olduğu bir devirdir. Pers altını, yağma edilen toprakların hazineleri, yeni bulunan zengin maden yatakları, (Trakya’daki Pangee Dağı’nın altını M.Ö. 356’dan sonra çıkarılmaya başlanmış, Laurion gümüş madeni ise 360’dan sonra yeniden hizmete girmiştir)”...¹
İçimizde Trakya’daki Pangee Dağı’nın yerini bilen var mı?
Anabasis’te yazmış Ksenephon². O dayatmayı yapanların bu sayfaları okudukça ağızları sulanıyor:
“(V. 12-) ... Melinophag’lar memleketindeki Salmydessos’a (=Midye) yürüdüler. Pontos’a (=Karadeniz) sefer eden gemilerin bir çoğu burada sığ yere rastlayarak karaya oturdular: çünkü deniz çok açıklara kadar sığlıktı. 13- Burada oturan Thrak’lar kıyıyı hudut sütunlarıyla ayırmışlardır. Her takım kendi sahası içinde denizin attıklarını toplar. Bu hudut işaretini koymadan önce yağma sırasında birbirini öldürenler çok olurmuş. 14- Bu memleketi zaptettikten sonra tekrar yola çıktılar. “
Pers tahtını ele geçirmek için kiralanan paralı Yunan askerlerin yaşadıklarını anlatmış, Ksenephon. Paralı askerler adına savaştıkları İran’ın Anadolu Valisi genç Keyhüsrev’in, Babil’de Kunaksa savaşında ağabeyi Ardeşir 2’ye yenilip, ölmesiyle ortada kalırlar. Ksenephon, on iki bin kişilik bu orduyu toplar. Mezopotamya’dan Doğu Anadolu ve Karadeniz yoluyla geçtikleri yerleri talanlarla, yakıp yıkarak geri dönerler. Ksenephon, “(VI. 2-) Ordunun istirahat günlerinde herkes yalnız olarak talana çıkabiliyor ve eline geçen kendine ait oluyordu” diyor. Ksenephon yorgun ordusunu Istıranca Dağları’ndan geçirerek Yunanistan’a götürmüş. Salmydessos’un (=Midye) halkı Odrys’lerin toprağa bıraktıklarına “Onbinlerin dönüşü”ndeki ganimetler de katılmış.
Anabasis’te ipuçlarını buldukları definelerin orman içinde dağ başlarında veya bataklık içinde yüzyıllardır el değmemiş duruyor olması ABD ve AB sömürücülerini daha da heyecanlandırıyor, hemen o araziyi satın almak için yasal değişikleri çıkarmak istiyorlar.
“Yabancı vakıfların yurdumuzda taşınmaz mal sahibi olabilmeleri” için adım adım ve sessizce çalışmalar sürdürülüyor. Bu amaçla 16 Mayıs 2003 tarihinde bir dizi yasa değişikliklerini içeren yasa değişiklik tasarısı TBMM’ne sunuldu.
Tasarıya göre “Yabancıların gayrımenkul edinmelerini yasaklayan” Köy Yasasının 87. maddesi tamamen ortadan kaldırılmakta.
Değiştirilmek istenen bir diğer önemli yasa olan Tapu Yasasının 36. maddesinde “Yabancı uyruklu gerçek ve tüzel kişiliklerin 30 hektara kadar taşınmaz mal alabilmesi Bakanlar Kurulunun iznine tabidir” diyordu. Bu madde de kaldırılarak düzenleme 35. maddeye taşındı. Yapılması istenen değişiklikle yabancılar 30 hektara kadar taşınmaz alabilecek, daha çoğu içinse Bakanlar Kurulu kararı istenecek.
Nedense kamuoyuna pek yansıtılmamış değişiklik paketi: “Orman Yasası, Maden Yasası, Doğrudan Yabancı Yatırımlar Yasası, Hazine Arazilerinin Satışı, Doğal SİT Alanlarının Yapılaşmaya Açılması” konularıyla bir bütün olarak değerlendirilmelidir
Aynı paket değişiklikleri Özal döneminde de yapılmak istenmiş ve Anayasa Mahkemesi’nce geri çevrilmişti. Anayasa Mahkemesi o günkü gerekçesinde “Toprak devletin temel unsuru, egemenlik ve bağımsızlığın simgesidir” demişti.
Şimdi değişen ne var ki?
Yabancılara topraklar satılacak, hazineye gelir kaydedilecek ve aynı gün IMF borçlarını ödemek için o paralar yine yabancılara verilecek.
Taşınmaz mal nasıl taşınıyor gördünüz mü?



Hüseyin Kenan GÖREN
Halkla İlişkiler Uzmanı



(¹) Bordas – Laffont Dünya Tarihi Ansiklopedisi, Antik Çağ - Cilt 2 - Yener Yayınları (S. 609)
(²) Anabasis (=Onbinlerin Dönüşü) – Ksenefhon, Dünya Edebiyatından Tercümeler. Yunan Klasikleri: 61. Milli Eğitim Basımevi 1962- İstanbul. Çev. Hayrullah Ors. İkinci baskı.

"SAPI USA'LI KAZMA" (1)


Soruyordu üç Bakanlık Müfettişi: "Manifesto
okutuluyor muydu Enstitülerde Belletiliyor muydu
Nazım'ın şiirleri Sık sık gelir miydi Hasanoğlan'a
Sabahattin Ali? Toplayıp açık hava tiyatrosuna Tonguç
size neler demişti?..."
Mehmet Başaran


Kepirtepe’nin kepir toprağını elinize alıp ufalamaya çalışmayın; kurudur, serttir ve çok zorlanırsınız. Avuçlarınızın arasında öğütür gibi ezmek istediğinizde ise zımpara gibi ellerinizi acıtır. Kepir toprağın taneleri nasıl da iri, iridir...
Nasıl da adı gibidir!...
Bundan tam altmış beş yıl önce o kepir toprak çocuk ellerle şekillenmiş, “öksüz damı” olmuştu. İmeceyle yapılan yirmi üç binadan Kepirtepe Köy Enstitülü öğretmenler çıkmıştı. Güneşte kavrulmuş kısacık boz saçların sardığı özgür, üretken kafaların içindeki çevresine yararlı olma, yardımlaşma düşünceleri tüm yurdu kısa zamanda değiştirivermişti.
Eğitilmiş, uyanmış toplumdan korkan feodalizmin işine gelmemişti bu değişim. Toplumu kapitalizme, emperyalizme hazırlamak için almışlardı ellerine kazmayı, vurmuşlardı Köy Enstitülerine...
Tam elli yıl önce kapatmışlardı Köy Enstitülerini...
Nasıl mı? Bakın, işte böyle!...
Yurdumuzun bağımlılığa atılan ilk adımı olan ve 12 Temmuz 1947’de imzalanan “Marshall Yardımı”, o günün koşullarında çoğu kişi tarafından can simidi olarak görülmüştü. “Hizmetine karşılık bizden ne toprak, ne de üs isteyen” ABD’nin kötü niyeti olabilir miydi? (2)
Ordumuzdan, kara yollarımıza kadar amerikanlaşmıştık.
Kitaplarda “Marshall Yardımı”nın Milli Eğitimimizdeki uygulamalarına yönelik veriler pek yok. Özenle gizlenmiş. Değiştirmek istedikleri her yerimize onlarca uzman gönderen ABD’nin “Milli Eğitim” gibi yaşamsal önemi olan bir konuya bulaşmaması olanaksız.
“Dönemin en güçlü Maarif Vekili sayılan Tevfik İleri’nin ilk bakanlığında (11.8.1950 – 6.4.1953), Amerikan patentli yaklaşımlar geldi. Müsteşar Reşad Tardu, yeni dönemin mimarıydı. Türkiye’ye çağırılan Florida üniversitesi Profesörü Kate Wafford ile Boston Üniversitesi’nden W. Kwaraceus ve Dickermann, 1951’de incelemeler yaptılar. Amerika’ya 25 eğitimci gönderildi. İzleyen yıllarda da 600 dolayında eğitimci ve eğitim yöneticisi inceleme gezileri için gittiler, geldiler. Bu trafik ülkeye yeni kavramlar, projeler taşımıştır. “Programlı Geliştirme”, “Araç Geliştirme”, “Beslenme Eğitimi”, “Deneme Lisesi”, “Fen Lisesi”, “Barış Gönüllüleri”, “Vakıf Bursları” bunlardandı. (3)
Atatürk’ün çizdiği yolda planlı ekonominin yol göstericiliğiyle sağlanan “görülmemiş kalkınma döneminin” büyükleri, her alandaki şaşılası gelişmemize bakıp: “Küçük Amerika olma yolundayız” demiyorlar mıydı?
Atatürk, Nutuk’ta: “Terakiperver Cumhuriyet Fıkrası’nın programı en hain dimağların mahsulüdür. Memlekette mürteciler, geri ve mutaassıp kafaların yığınak yeri bu fırka olmuştur, bu fırka da o yığınlarda bir dayanak bulmuştur...” demişti. Terakiperver Cumhuriyet Fırkası’nın başkanı Kazım Karabekir ancak Atatürk’ün ölümünden sonra siyaset sahnesine çıkmış yobazların ve yabancı sermaye taraftarlarının sözcüsü olmuştu.
Kazım Karabekir, Amerika’ya övgüler yağdırdığı sıralarda, 1946 Eylül’ünde Ankara Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne gelmişti. Bu denetlemeyi Bekir Semerci kitabında şöyle anlatıyor: “O zaman T.B.M.M. Başkanıydı. Yanında Feridun Fikri Düşünsel, Şemsettin Günaltay, Denizli Milletvekili Kemal Cemal ve bunlarla çalıştıkları söylenen bazı kişiler de vardı. Enstitüyü gezdiler. Marangoz işliğinde yeni yapılan yapıların doğramaları yapılıyordu. Arabacı işliğinde enstitüyü bitirip köye gidecek öğretmenlere at arabası, demircilik işliğinde bu öğretmenlere verilecek keser, kıskaç, keski, kırklık, çivi manivelası, zımba, oluklu baskı, çekiç, havya, pergel... gibi işlik araçları yapılıyordu. Küme küme öğrenciler yeni yapılarda su ve elektrik tesisatları yapıyorlardı. Kız öğrenciler halı, bez dokuyor, okulun iç çamaşırlarını ve çarşaflarını dikiyorlardı. İnşaatlarda ve tarımda öğrenciler arı gibi çalışıyorlardı. Ders yapan sınıflar dersliklerde, kütüphanede ve laboratuvarda etkinliklerini sürdürüyorlardı.
Dönümlerle, bağ, bahçe, köylere örnek olarak yapılmış bahçeli, ahırlı ve kümesli uygulama okulu, Hasanoğlan köylüsünü parasız tedavi eden sağlık ocağı, okul öncesi çocuklarını eğiten çocuk yuvası Türk eğitim tarihinin yeni bir ürünü idi.
Yüksek Köy Enstitüsü öğrencilerinin ikinci mezunları mezuniyet tezlerini birer süslü kapak içinde kendi okullarının giriş holüne renk renk sergilemişlerdi. Eğitim başımız Hürrem Arman. ‘Bekir, Kazım Karabekir Paşa yanındaki heyetle beraber Yüksek Köy Enstitüsüne gelecekler. Çıkardığınız Köy Enstitüleri Dergisi’nden birer takım paketleyerek hediye et’ dedi. Sekiz - on paket yaptım. Yüksek Köy Enstitüsü’ne gelen konuklarımıza hoş geldiniz dedikten sonra: ‘Köy Enstitülerinin çıkardığı dergidir efendim,’ diyerek konuklara birer paket verdim. Kazım Karabekir Paşa hepimize asık bir yüzle kuşkulu kuşkulu bakıyordu. Kapı girişindeki Yüksek Köy Enstitüsü öğrencilerinin mezuniyet tezleri sergisi ona çok çekici geldi. Tezlerin kapaklarını önemseyerek okumaya başladı:
‘Halil Basutçu: Köyde Kapı ve Pencereler, Azmi Erdoğan: Eskişehir’in Beş Köyünde Alevi Müziği, Z. Kayhan: Köy Evlerinde Ocaklar. H. Orhan: Yonca, M. Top: Ödemiş Kendirciliği, Emrullah Öztürk: Tütün, Hüseyin Elmas Yazar: Toprak Türleri, Ali Özcan: Bitki Kökleri, Mehmet Başaran: Kolza Ziraati, Y. İçli: Elektro Motorlar, İ. Ertur: Akümülatörler, Mustafa Buğday. Köy İşçilerinin Çalışma ve Yardımlaşma Durumları...’
Haha ha dedi ve yanındaki bey’e; ‘Aç bakalım şu paketi’. Bey dergileri sırayla Paşa’ya uzattı. Kazım Karabekir dergi yazılarının ilginç bulduğu başlıklarını okumaya başladı: Patateslerde Kabuk Lekesi, Danaburnu, Geven, Toprak Meselesi, Aç Harmanı, Boz Eşeğimiz, Koyun Ahmet, Bitki Bitleri, Kocakarı İlaçları, Hamsi, Heybe, İreşidin Kızı, Kavlak Öküz, İki Balıkçı Reis, Tütmeyen Bacalar, Bir Çift Çarık’, dedikten sonra birden bire öfkelendi:
‘Ne maksatlı çalışma değil mi? Ne maksatlı çalışma. Çocuklar hep saptırılmış. Hani millet, hani bayrak, hani sancak? Eğer bu çalışmalar milli duygularla yaptırılsaydı çok değerli bir çalışma olurdu. Ama maksat başka’, dedi. Yanındakiler suskun puskun evet dercesine başlarını salladılar.” (4)
“Fullbright Anlaşması” ile eğitim sistemimizi incelemeye gelmiş Amerikalı uzmanların verdiği raporlar ilginçtir. Birçok benzerleri gibi Gazeteci Kenan Öner’in Köy Enstitülerini “komünist yuvası” gösterme çabaları ile yeni Bakan Şemsettin Sirer’in ortaya attığı olumsuz rapor ve yazışmalara karşın Amerikalı uzmanlar Köy Enstitülerini öve öve bitirememişlerdi. Bu durum Amerikalıların ikiyüzlülüğünden mi, yoksa bizimkilerin “McCarthy’den çok McCarthy’ci olma” uğraşlarından mıydı bilinmez!...
26 Şubat 1953’te Milli Eğitim Şürası’yla ilgili konuşurken, “Köy Enstitülerini inceleyen Amerikalı Profesörün ortaya çıkmayan raporunu hiç arayıp soran olmadı mı?”(5) diye sormuştu, Hasan Ali Yücel.
Uğur Mumcu, Köy Enstitülerini “Kansız, silahsız bir devrim!” olarak niteler ve enstitüleri karalama, kapatma çabalarını anlatır: “Çifteler Köy Enstitüsü’ndeki ‘komünistlik ihbarları’ da o günlerde yaşandı. Öğretmen Asiye Eliçin’in öğrencilere sol içerikli kitaplar salık verdiği, öğrencilerden oluşan bir ‘komünist şebeke’ kurulduğu ihbar edilmişti. İhbar edilen öğrenciler ile ilgili bir kanıt elde edilemedi. Ama devlet affetmiyordu; ihbar edilen öğrencilerden Talip Apaydın, Turan Aydoğan, Veli Demiröz, Ahmet Ertaş, Mehmet İnver yedeksubay okulundan er çıkarılıyorlardı.
Çifteler Köy Enstitüsü Müdürü Rauf İnan’dı. İnan, Milli Emniyet’in kara listesine girmişti.
Köy Enstitülerindeki ikinci komünistlik ihbarı Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nde yaşandı. Bekir Semerci, İhsan Atıkan, Talip Apaydın, Veli Demiröz, Ali Özcan, Ali Dündar, Mehmet Toydemir, İsa Öztürk, Emrullah Öztürk, Mustafa İnal, Rıfat Ural, Hasan Ayaş, Azmi Erdoğan, Niyazi Kayhan, Mehmet Başaran, Hasan Kanat, Cesaret Toygar’ın komünist oldukları arkadaşlarınca ihbar edilmişti.
Bu öğrenciler ile birlikte iki öğretmen de ihbar edilmişti. Rezan Taşçıoğlu ve Cemal Toygar. Bu iki öğretmenin suçu ortaktı: DTCF’den hocaları olan Behice Boran ve Mediha Berkes ile görüşmek!
İhbar edilen öğrencilerin bir kısmı askerliklerini er olarak yapacaklardı, ceza buydu.” (6)
Buyruk “ikiyüzlü emperyalist ağababalarından” gelmişti besbelli... uğraşları Köy Enstitüleri’nde komünist yakalayıp mahkemeye çıkarmaktı.
Adı Köy Enstitüleriyle bütünleşmiş Mehmet Başaran, 27 ocak 1954’de çıkarılan 6234 sayılı yasayla Köy Enstitülerinin kapatılışını, yaşadıklarını “Yasaklı” adlı yapıtının yeni baskısında yaptığı eklerle bir roman gibi işliyor. (7)
Başbakan Menderes, “yol mühendisi Tevfik İleri” Milli Eğitim Bakanı...
Hasanoğlan’ı öğretmen ve öğrencileriyle birlikte omzunda kalaslar taşıyarak yapan Müdür Lütfi Engin’in ağzından anlatıyor Başaran öğretmen:
“Şimdi size anlatacağım ‘çok gizli’ bir hikayedir.. Bugünkü gibi aklımda hali. Başbakanın yanından gelmişti. Havalı havalı odasına geçti, bir kahve söyledi. Şu kapı açıktı, orada karşımda.. Kahvesini içince, telefona sarıldı. Bakın ben neler yapıyorum der gibi konuşurdu. Elimde olmayarak kulak kesilmiştim:
‘Başbakanım dedi ki,’ diyordu, ‘İyi, güzel! Artık bu Köy Enstitülerini kapatma sırası geldi. Yeni bakanlar, geçmişin tasfiyesinde daha da kararlı. Partimiz de bunu istiyor. Peki, komünistlikten mahkum olmuş kimse var mı bu Enstitülüler arasında? Böyle bir mahkumiyet önemli’. ‘Siz merak etmeyin Başbakanım’ dedim ben de.. Anlamlı anlamlı güldü.. ‘Kalk gel de ayrıntıları burada konuşalım’..” (8)
“Evet konuştular, az sonra kara gözlüklü kısa boylu biri geldi, ünlülerden biri olduğunu öğrendim sonra.. İstanbul’da bulunuyormuş. Bir saat kadar sürdü görüşmeleri. Yanlarına girdiğimde ‘Evet, diyordu Tevfik Bey, bir dernek kurulmalı köyle ilgili. Düşündüğünüz gibi Köyleri Kalkındırma Derneği olabilir bu.. Öylesine köyle dolu yetiştirilmişler ki ‘Köy’ sözünü duydular mı, oltaya koşan balığa döner bu Enstitülüler.. Akpınar-Ladik’i yakından tanımıştım. Eh, üst yanı sizin hünerinize kalır üstat.. Hem istediğiniz yardım yapılacak’.. (9)
“Köy Enstitülü öğretmenler arasında komünistlikten mahkum olmuş kimse yaratmak” için planlar kapalı kapılar ardında ivedilikle yapıldı. Nasılsa her tarakta bezi olan ve 1943-46 yılları arasında Trakya’da birçok ilçede kaymakamlık yapmış İstanbul Emniyet 3. Şube Müdürü Orhan Hançerlioğlu (10) görevlendirildi. Yukarıda yazılı olan “kara gözlüklü kısa boylu biri”, Orhan Hançerlioğlu idi. Kadri Oğuz’la birlikte “Köylüyü Kalkındırma Cemiyeti”ni İstanbul’da kurdular. Cemiyetin tüzüğünü de “Köy Postası” dergisinin 1952 yılı Ocak ayı sayısında yayınladılar. “Köy Postası” uzun yıllar çıktı ve köy muhtarlıklarına gönderildi. Derginin abone bedelleri de köy sandıklarından ödenmekteydi. Derginin künyesinde de “Köy Postası Dergisi’nin kurucusu, sahibi, bütün teknik işlerini idare eden Kadri Oğuz” yazmaktaydı.
Kepirtepe Köy Enstitüsü’nden öğretmen çıkan ve Kırklareli’nin, Lüleburgaz’ın, Babaeski’nin içinde ve bağlı köylerinde görev yapan öğretmenler ayırdına varmadan planların içine çekildiler.
Kırklareli Cumhuriyet Savcılığının 16 Haziran 1953 günü yazıp 953/417 Esas numara ile Sorgu Hakimliği’ne gönderdiği “İddianame” ve 11 Aralık 1954 tarihli 953/102 Esas, 954/130 Karar No’lu Kırklareli Ağır Ceza Mahkemesi “Karar”ı yaşananlar belgelemektedir.
Kurgunun başrolünde olmasına karşın hep geri planda kalmış Milli Emniyet Ajanı Nazif Karaçam (Kırklareli’de inatla konuyla ilgili suskunluğunu sürdürerek “büyük Atatürkçü, büyük yazar” olarak yaşamaktadır) olayda kullanacağı Numan Beyazıt’ı bulur. Numan, Kepirtepe’den sınıf arkadaşı Cemile’ye vurgundur. Nazif’in köylüsü Cemile söz konusu olunca Numan’ın yapmayacağı iş yoktur ve Cemile’ye yedirmek için Numan’a çok para gerekir.
1952 Yılının 23 Ağustos gecesi Numan’ın müdürü olduğu Kırklareli Koruköy İlkokulu’nun lojmanında sorun çözülür. Aynı yılın ilkbaharından beri Nazif tarafından Numan Beyazıt’ın aklına sokulan konuyu yazan Köy Postası’nın 1952 Ocak ayı sayısı ortaya çıkar, “Köylüyü Kalkındırma Cemiyeti”nin tüzüğü okunur. Şaşılası bir hızla o gece derneğin Kırklareli Şubesi kağıt üzerinde kurulur. Dernek adına bir derginin yayımına karar verilir ve giderlerin karşılanması için Rus Büyük Elçiliği’ne mektup yazılır. Mektubun ekine “ülkü arkadaşları” başlığı altında 42 kişilik isim listesi eklenir. Nazif daha sonra “Milli Emniyet’in direktifiyle 4 kişi ilave” ettiğini söyleyecektir. Mehmet Başaran’dan, Niyazi Akıncıoğlu’na; Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil’den, Hamdi İlker’e ve daha nice değerli insanlara uzanan, onların haberleri olmadan başlarını belaya sokacak bir liste Milli Emniyet Müfettişi Kemal Cantimur’a verilmiştir.
Yapılmamış toplantılar yapılmış gibi, hiç ilgisi ve bilgisi olmayan öğretmenler kurgunun içindeymiş gibi raporlar yazılır; senaryoya gizli maksatlar, olaylar katılarak kağıt üzerinde kalan dernek şişirilir.
Gözaltılar başlar. Hiç ummadıkları bir anda evlerini arayan jandarmanın eşliğinde “hemen gelirim!” umuduyla edilen sözlerle alınıp götürülenler aylar geçtikçe yattıkları damda durumun ayırdına varırlar. Duruşmalar süresince içeride tutuklu 12 sanık ile dışarıda tutuksuz 10 sanık vardır. 8 Eylül 1956 tarihine kadar süren duruşmalar Numan Beyazıt’ın cezalandırılması ve diğer sanıkların beraatiyle sonuçlanır. Ajanlar ve aileleri üne, makama ve bol paraya kavuşur, onlara hiç hesap sorulmaz!...
Kırklareli’de kurgulanan bu oyunla Başbakan Menderes’in “Köy Enstitüsü içinden komünist yaratma” isteği düzmece bir şekilde gerçekleşir. 27 Ocak 1954 tarihinde çıkarılan 6234 sayılı yasayla Köy Enstitüleri gönüllere gömülür.
Sapı U.S.A.’lı kazma kepir toprağına hala inip kalkmaktadır.

Hüseyin Kenan GÖREN



Yararlanılan Kaynaklar:
1 – Mehmet Başaran – Özgürleşme Eylemi: Köy Enstitüleri. Çağdaş Yayınları – Nisan 1990
2 – Nadir Nadi, 15 Temmuz 1947 Cumhuriyet Gazetesi
3 – Necdet Sakaoğlu – Cumhuriyet Dönemi Eğitim Tarihi, Cep Üniversitesi. İletişim Yayınları – Nisan 1992 s.112
4 – Bekir Semerci – Türkiye’de İleri Atılımlar ve Köy Enstitüleri. Özgür Yayın Dağıtım – 1989 s. 279
5 – Hasan Ali Yücel – Köy Enstitüleri ve Köy Eğitimi ile İlgili Yazıları ve Konuşmaları. Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Yayınları – Ankara 1997 s. 273
6 – Uğur Mumcu – 40’ların Cadı Kazanı. um:ag Vakfı Yayınları – Mayıs 1990 s. 114
7 – Mehmet Başaran – Yasaklı... Acının ve Sevginin Yurttaşı. Cumhuriyet Kitapları – Temmuz 2003
8 – Age. s. 105
9 – Age. s. 106
10 – Ana Britannica c. 10. s. 358

Mahkeme belgelerinden meraklısına Not: Cemile Göktaş “memleketi için” 999 numaralı Emniyet Ajanı yapılmıştır. 1000 Numaralı Emniyet Ajanı ve Cemile’nin köylüsü Nazif Karaçam’ın Milli Emniyete verdiği 6. rapordan söz ederken “Bu raporda bir gece otelde kalan Numan’la Cemile’nin bir arada iyi ve kötü insanların listesini hazırlamış olduğunu Numan’dan işittiğini ancak Cemile ile konuşulanları anlamak mümkün olmadığını beyan etmektedir” diye yazılıdır.

KİM HAKLI

- Ne işiniz var burada?
- Bu binaları onarmaya, eski haline getirmeye geldik...
- Karşılığında Kepirlilerden ne alacaksınız?
- Hiçbir şey... Onarım bittikten sonra “Lions tarafından onarılmıştır” yazısını asacağız o kadar. Biz yardım etmek için buradayız.
- Yardım mı? Siz kapitalist bir kuruluş değil misiniz?
- Eveeet.
- Kapitalistin amacı kardır. Niye kendinizi kandırıyorsunuz ki!... Yardımmış, güldürmeyin beni...
- Niye öyle söylüyorsunuz ki ? Bizim çoğumuz yirmi beş yıldır Yardımsevenler Derneği üyesiyiz. Nerelere yardımlar yaptık bir bilseniz!...
- Küreselleşmenin sevimli yüzü ha!... O yardım ettikleriniz sizin sisteminizin ürünü. Yirmi beş yıl sistemi değiştirmeye uğraşsaydınız “sadaka kültürü” ortadan kalkardı.
- Bana telefonunuzu veya ileti adresinizi verirseniz yaptığımız iyilikleri size anlatırız, belki siz de...
- Yok yok, istemem... Sizinle hiçbir şekilde ilişkimiz olamaz.
- Niçin bu kadar katısınız ki?
- Ben Atatürkçüyüm, ulusalcıyım...
- Biz de Atatürkçüyüz.
- Hadi canım sizde!... Yine kendinizi kandırıyorsunuz, Atatürkçüyüz diyerek. Lafla olmaz Atatürkçülük.“Devletçilik” ilkesinden haberiniz var mı? İçinizde devletçi olan var mı?
- ....!
- Susarsınız tabi. Yüce önder “bağımsızlık benim karakterimdir”, demişti. Siz diyebilir misiniz?
- Evet, biz de bağımsızlık yanlısıyız.
- O sarı yeleğinizin yakasındaki kokartta “enternasyonal” yazıyor. Sizce neden öyle yazmışlar, hiç düşündünüz mü?
- Bu konuştuklarımızın burayla ilgisi nedir ki?
- Burası Atatürk’ün isteğiyle kurulan Kepirtepe Köy Enstitüsü. Kemalist Devrimlerin en önemlilerinden birinin ürünü. Kapitalist ağababalarının tekerine çomak soktukları için kapatıldı.
- Hiç de öyle değil!... Topluma uymadıkları için kapatıldı.
- Gerçekten öyle düşünüyorsanız niçin buradasınız ki?
- Kaç yıldır sizlerin yapamadığı işi yapmak için...
- Binaların onarılamaması maddi sıkıntıdan. Biz o sorunu aşarız. Köy Enstitülerini dedeleriniz kapatmış, babalarınız yıkmış, sizler de acıdığınız için onaracaksınız. Siz burayı boşverin gidin “Taşköprü”yü onarın. Belediyeyi de sevindirirsiniz.

TRAKYA'NIN ÇÖPLÜĞÜ OLMAYACAĞIZ

Lüleburgaz çöplüğünün Eskitaşlı’ya taşınması Lüleburgazlıya kötülüktür.
Istırancalardan gelen havanın, suyun kirlenmesine neden olur ve kısa zaman sonra Lüleburgaz’ı yaşanmaz bir duruma getirir.
Üç-beş km. ötedeki Hamitabat Termik Santrali’nin Lüleburgaz’a etkilerini yaşamıyor muyuz? İçinde yaşayanlar görmüyor, sabah saatlerinde Lüleburgaz’ın üzerini kara sarı bir bulut kaplamakta.
İkinci bir “termik santral”i Lüleburgaz taşıyabilir mi?
Sanki Lüleburgaz’ın parasını hakkıyla harcamışlar da; “çok para kazanacağız bu işten, çöp hazine” diyor bu beyler.
Hadi canım sen de!...
Tabii, Eskitaşlı cazip... Orada kurulacak tesis için harfiyat çalışması yapılmayacak. Katı Atık Bertaraf Tesisi için hazır iki tane çukur.
Ne küçük hesap...
Heyyy, beyler!...
O, “tescil harici orman arazisi” dediğiniz yer orman; barajı ve dereleri olan sulak bir orman. Orada hala Lüleburgazlılar piknik yapıyor. Ağacı eksik olan yerlerni ağaçlandırma kararı almış İl Çevre ve Orman Müdürlüğü...
“Orası olmaz, burası olmaz!... Bu çöplük taşınacak” diyorsunuz değil mi?
“Peki nereye taşınsın?” diyorsunuz.
Bırakın yerinde kalsın efendim...
Avrupalı kuklacılar bu iş için milyonlarca yuro para verdiklerine göre modern bir tesis yapılacak ya... Çevreye hiiiç zarar vermeyecekmiş ya...
Tamam o zaman!...
Bırakın yerinde kalsın.
Ama olmaaaz...
Orası Çorlu’daki Emlak Konutları gibi olacak. Orada yapılacak olan yüksek binalara İstanbul Belediyesi’nin göndereceği gecekonducular yerleşecek.
Hesap başka...
Asıl amaç arsa üretmek.
Bölgemizde AB’nin istediği kalkınma ajansına dönüştürülen Trakab; Trakya’yı İstanbul Belediyesinin, yani Hükümetin, yani AB’li kuklacıların istediği gibi biçimlendirecek.
Bu biçimlendirmede Lüleburgaz’ın alacağı görev, çöpçülük...
Yöneticilerimiz Lüleburgaz’a, Trakya’nın çöplüğü olma görevini uygun görmüşler.
Yazık, yazık, çok yazık!...

KONUŞMAK CESARETTİR

Kelimeler… Cümleler… Konuşmak, soyut haldeki düşüncelerimizin karanlık evrene salınmasından başka bir şey değil…
Öyle de; istediğimizi, istediğimiz anda konuşabiliyor muyuz? Usumuzda tasarladığımız kelimeleri, tam anlamıyla dışa vurabiliyor muyuz? Yoksa, kelimeleri boğazımızda canlandırmadan önce yutkunup daha da mı soyutlaştırıyoruz? Özgür olmayı savunurken, usumuza salt özgürlüğü verebiliyor muyuz? Yaşamımızın anlamı olarak nitelendirdiğimiz birçok “cümle”mizi karanlık evrene korkusuzca salabilmemiz gerek, oysa belleğimize takılıp, dillenemeyen sözcükler yüreğimizde birikiyor.
Yaşam cesaret istiyor; yürek ise salt sözcük. Söylenmeyip birikenler bir dağ gibi yükseliyor, ulaşılmaz oluyor. Eğer kendi başlangıcımızı, yalnızlığımıza ve sessizliğimize gömmüşsek, üzerimizi örtmesi için, havadan gelen ortak dileklerin sesini, poyrazdan istemekten başka bir yolumuz var mı? Sessizlik, kaçmak mı? Sessizlik, huzur mu? Sessizlik, erdem mi?. Konuşmayıp; sessizliğinizi yalnızlığınızla harmanlayıp, içinize gömmek sizi mutlu ediyor mu?
Birileri için sessiz kalmayı kendimize “erdem” olarak yakıştırmışsak, esarete cesareti verdik demektir. O esaret, zamanla vücudu hasta eder. Teni sıkıştırır, kişiyi küçültür. Zamanla acı hissedilmez olur… Ah, bu dil!...
“Söylemediğim sözlerin hiç biri bana zarar vermedi” demiş, büyüklerden biri, ama tutsak olmuş tüm kelimeler de hep özgür olmayı ister.
Tutsak kalmış, dillenmemiş düşünceler, neden evrenin karanlığına ulaşma çabası içindedirler? Neden korkusuzluğu kendilerine üslup edinirler? “Cesaret, can damarımıza bağlanmış ölüm halatı gibidir. Ayaklarımızın altından dünyayı çekecek bir asi, aslında yönümüzü tayin edecektir. Ölüm mü, yoksa ömür boyu can damarında taşıdığın halat mı?”
Yoksa cesaret, bir metrelik bir yerden, gözümüz kapalı betona atlamak mıdır?
Susuş ve sessizlik… Bu günlerde soru(n)ların bittiği anlamına gelmez; sadece yanıtları beklemek içindir.

BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN ÇOCUKLAR...



Çok eski olmayan bir zamanda, denizlerin çok da uzak olmayan bir yerinde iyi insanların yaşadığı aynı büyüklüklerde iki ada varmış.
Düzlük olanın adı Zart’mış.
Verimli tarlalar kaplıyormuş adayı. Sebzelerle, meyve ağaçları ile dolu bahçelerdeki evlerinde otururmuş Zartlılar. Başkanları Part’ın yönettiği bir devletleri varmış. Çok çalışkanmışlar. Okumayı çok seven, sanata önem veren mutlu insanlarmış.
Zort adasında yaşayanlar da mutluymuşlar. Onların adası, aralarında sivri kayaların yükseldiği ormanlarla kaplıymış. Teknikte çok ileri gitmiş, akıllı ve çalışkan insanlarmış. Adalarından çıkardıkları madenleri işler, ağaçlardan gemiler yaparlarmış. Başkan Port insanlarının daha rahat, mutlu ve sağlıkla yaşamaları için uğraşır dururmuş.
Zortlular kömür verir, buğday alırlarmış Zartlılardan. Yaptıkları gemileri verir, pirinç alırlarmış. Demiri eritip yaptıkları aletleri verir giysi alırlarmış.
Günlerden bir gün başkan Port’un meclis toplantısında biri söz almış. “Zartlılardan toprak satın alıp kendi buğdayımızı kendimiz üretelim” demiş. Bu biri çok uzak ülkede silah tüccarlarının burslarıyla okuyup adaya gelmiş; paraya tapan, hep kendini öven bencil biriymiş. Kandırmış Zortluları
Başkan Port’un teklifini, başkan Part tabi ki kabul etmemiş.
Zortlular çok kızmışlar. İçlerin biri; “Şu kadarcık toprağı bize çok gördüler, yazıklar olsun. Biz de gider tümünü alırız.” demiş. Bir gece ansızın demirden yaptıkları silahları kapıp Zart adasına çıkmışlar.
Zartlılar sopalarla, baltalarla, oraklarla topraklarını savunmuşlar ve Zortluları denize dökmüşler.
Başta başkanları olmak üzere Zartlılarla, Zortluların yarısı bu savaşta ölmüş; çoğu da sakat kalmış.
Kalan paralarının tümü ile silahlar almışlar, eller tetikte hep beklemişler.
Buğday üretimi düşmüş, Zart adasında. Ancak kendilerine kadar üretebildikleri pirinçten vermemişler Zortlılara.
Hastalıklar ve açlık başlamış iki adada da. İnsanlar çok zor günler geçirmişler ve ölmüşler.
Savaşlar çok kötüdür çocuklar.
Siz sakın savaşmayın.

BURGAZ'A 'LÜLE' NEREDEN GELMİŞ?

Kentimizin adının anlamını biliyor muyuz ?
Yerdeşlerimizin büyük çoğunluğu bu soruya şöyle yanıt vereceklerdir:
Lüleburgaz yakınlarında lületaşı çıkıyormuş!...”
Kentimizin geçmişine ulaşabileceğimiz pek kitap yok. Üzgünüz ki; bu gününü gösterebileceğimiz bir broşür bile yok.
Sayın Orhan Suat’ın “Her Yönü İle Lüleburgaz” kitabında kent adının anlamı ile ilgili bilgi yok.
Lüleburgaz Belediyesi Kültür Yayınları’ndan çıkmış, Müderrisoğlu’nun yazdığı “Lüleburgaz ve Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi” kitabının 20. sayfasında; “Böylece, daha sonraları yoğun üretimi yapılacak çubuk lülelerinden dolayı ‘Lüleburgaz’ ismini alacak Osmanlı kentinin temeli atılmış olur.” sözleri okunmakta.
Şimdiye dek duyduğumuz bu sav yanlıştır ve değişmelidir.
Lüle’, bir anlamıyla andırdığı şekil gibi taşa, toprağa da adını vermiş bir sözcüktür. Bu mantığın doğru olması durumunda kentimizin adının “Lületaşıburgaz” olması gerekmez miydi ?
Bergos” adının başındaki ‘Lüle’ ekinin 16. yy.’dan sonra kullanılmaya başlandığı karşımıza çıkan kitap ve belgelerde görülmekte. Saray yazışmalarında diğer Bergoslardan ayrılması için kullanılan ‘Lüle’ eki daha sonraki yıllarda halk tarafından da benimsenerek kullanılmış.
Sözlükler “Burgaz” kelimesinin Yunanca’da “kale, küçük şehir” anlamına geldiğini yazar.
İnceleyenler göreceklerdir ki, sözlüklerde ‘Lüle’nin birbirinden ayrı birkaç anlamı vardır. Bu anlamların kentimizin geçmişine ve geleceğine uyarlanarak yorumlanması gerek:
1) - Çubuklarla nargilelerde tütün ve tömbeki koymaya mahsus aletin adıdır.- Çubuk ve nargilelerin ucuna takılan ve içine tütün veya tömbeki doldurmaya mahsus olup pişmiş topraktan yapılmış ve fincan gibi ağzı açık ve dibinde bir deliği bulunan küçük kab.”
14. Yüzyıl ortalarına kadar kentimizdeki kale burçları gökyüzüne dev lülelerle yükselmekteydi. Osmanlıların kente girdiği 1360 yılında yaşanan ve on bir yıl süren depremler, Osmanlılarla birlikte bu kaleyi ve burçlarını yıktı. Günümüzde kente adını verebilecek ‘Lüle’ burçların kalmadığı bir gerçek.
‘Lüle’ diye anılan bu küçük kapların yakın geçmişte de günümüzde de kente adını verecek kadar üretimi yapılmamış. Bazılarının söylediği gibi bir miktar üretimi olsa da Lüleburgaz’ın adının tütün, tömbeki, esrar vb. keyif veren uyuşturucularla anılması kentimize bir şey kazandırmaz.
2) – Çeşme veya musluğa suyun istenildiği miktarda akması için takılan boruya,
- Kağıttan yapılmış külaha,
- Halka gibi yuvarlak ve devirli şeylere,
- Özellikle hanımların başlarındaki boru şeklinde kıvrılmış saça,
- Zincir baklalarına,
- Yün, iplik gibi şeylerin çile halinde kıvrılmış olan parçalarına,
lüle denir.”
Teknikte, dokumada ve halk arasında kullanılan ‘Lüle’nin bu anlamları Burgaz’ın adına ön ek olamaz.
Lüle’, Lale Devri gecelerinde kentimizde havuz başında yapılan yukarıdaki anlamları çağrıştıracak sapık eğlencelerden de kalmamıştır.
3) - Lüle, bir su ölçeğidir. 30 Dirhem (96,21 gr.) ağırlığında kurşundan yapılmış yuvarlak bir kürenin girebileceği delikten akan 5 zira (3.79 mt.) yükseklik basıncına sahip su miktarına verilen addır. Bunun dörtte birine masura, onun da dörtte birine çuvaldız denir.”
Lüleburgaz’ın ‘Lüle’si işte bu anlamdan gelmektedir.
Kentimizdeki yer altı ve yerüstü sularının bolluğu bunun geçmişten bugüne süregelen köklü bir kanıtıdır.
Kentimizin mimarı Koca Sinan, Edirne’nin su sorununu 1530 yılında yaptığı sarnıçlarla, su yollarıyla, su terazileriyle gidermiştir. O günün üstün tekniklerini kullandığı yapıtlarının büyük çoğunluğu Edirne’de hala sapasağlamdır.
Koca Sinan Edirne’den kırk yıl sonra girmiş Burgaz’a. Kaynarca’dan getirdiği suyu Edirne’dekinden daha üstün sistemlerle kente dağıtmış. Lüleburgaz’ın altında kimsenin değer vermediği bina temelleriyle körelttiği, yok ettiği bir hazine yatmakta. Sarnıçlar, su yolları, çeşmeler sahiplenilmediğinden olsa gerek araştırılmamış, unutulmuş.
‘Lüle’nin tanımında yazılan “5 zira yükseklik basıncı” Mimar Sinan’ın olasılıkla sevinerek kullandığı bir ölçü. Lüleburgaz’ın altında bulunan iki dev sarnıç arasında bu basıncı sağlayacak kod farkı bulunduğundan ötürü su terazilerine gerek duymamış. Yani, şu anda Gençlik Parkı yakınlarında yeraltında bir yerde unutulmuş sarnıçla, eskiden kitaplık olarak kullandığımız Sıbyan Mektebi’nin hemen altında bulunan sarnıç arasındaki yükseklik farkı 3.79 mt.’den fazladır. Sarnıçlar arasındaki bağlantı, dehliz içine yerleştirilen tuğla künklerle basınç yitirilmeden sağlanmıştır.
O gün için bu basıncın kendiliğindenliği yaşanan evin, arsanın değerlenmesi açısından çok önemliydi.
Eskiden hamam ve konaklara gelen sular bunların sahipleri tarafından bir bedel karşılığında satın alınmaktaydı ve bu su alma senetlerinde yazılı miktara göre su alma hakları vardı. Filan konağın veya hamamın bir lüle, iki masura suyu var denirdi. Bu su hakkı emlak gibi senetle alınır satılırdı.
Burgaz’daki uygun basınçlı bol su yaşam kaynağı olmuş. Sıbyan Mektebi ile cami arasında bugün değerbilmezlerce toprağa gömülen ve üzerine yapı temeline zarar verecek şekilde sık aralıklarla ağaç dikilen dört köşe havuzda bulunan fıskiyeden bu basınçla fışkıran suyun minare boyuna ulaştığı çevresine canlılık verdiği gerçektir.
Lüleburgaz’ın ‘Lüle’sinin de anlamı işte budur.


Hüseyin Kenan GÖREN



Yararlanılan kaynaklar:
Osmanlı Tarih Lugatı – Mithad Sertoğlu
Enderun Kitabevi – İstanbul, 1986 S. 204

Sanat Ansiklopedisi Cilt 3 – Celal Esad Arseven
Milli Eğitim Basımevi – İstanbul, 1950 S. 1245

Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü 2 – Mehmet Zeki Pakalın
Milli Eğitim Basımevi – İstanbul, 1952 S. 372

Büyük Türkçe Sözlük – D. Mehmet Doğan
Birlik Yayınları – Ankara, 1981