28 Ağustos 2016 Pazar

EMİR İLE MUSA

                                EMİR İLE MUSA

    Onlara, Ergene’nin kıyısına tepeyi aşıran poyraz taşıyordu davul zurna seslerini.
    Ezgi kulaklarına geldiğinde kıpır kıpır oldu genç yürekleri. Bir an önce varmalıydılar Düğüncülü’ye.
    Hasancan, Yahya ve Eren tan ağarırken çıktıkları avdan dönüyorlardı. Avın yanı sıra Temrezli’ye dek gitmişler, Eren’in yavuklusuna görünmüşlerdi.
    Sık meşe ormanından geçip tahta köprü üzerinden nehir kenarındaki Düğüncülü batağına, çimenlik alana varmışlardı ki karşıdan kendine doğru ıslık çalarak döne döne gelen şeyi gördü Hasancan. Görür görmez de tok bir ses kaşlarının arasına vurdu. Bir anda gelen ve hemen yok olan kulaklarındaki uğultu, gözlerindeki parlama ve tüm bedenindeki gerilmeyle sırtüstü devrildi. Titredi kaldı. O an sanki dipsiz bir fırının içine düşmüştü…
    Yüreği ısındı ve bitti, sonra yavaşça soğudu…
    Ormandan düzlüğe çıkan dört atlıdan birinin atağı ok Hasancan’ın iki kaşının arasına saplanmıştı. Eren yanı başına yıkılan arkadaşına eğildi. Şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırmış; bir ormandan çıkıp kendilerine doğru gelen süslü kaftanlar içindeki dört atlıya, bir Hasancan’ın kan dolan göz çukurlarının arasından yükselen işlemeli çubuğun uçuna bağlı kürk parçalarına bakıp duruyordu. Yahya korkmuş tepeye doğru kaçmaya başlamıştı. Şalvarının ağı bacaklarına dolanıyor, iki adımda bir sendelemesine neden oluyordu. Arkasından gelen bir atlı var mıydı? Gelse bile yoku yukarı attan daha hızlı çıkabileceğini aklından geçirdi. Bir an durdu, geriye baktı. Peşinden gelen yoktu. Hasancan’ın böğürtüsü kulaklarından, bir anda kan içinde kalan suratı da gözünün önünden gitmiyordu. Tepenin yamacında bir tarla sınırından koştu.
    Yahya hem sessizce ağlıyor, hem koşuyordu. Güneş tepeye yükselmiş, sıcaklığını da oldukça arttırmıştı. Ter, gözyaşı, sümük yüzünde karışıyor, çektiği burnundan, ağzından içine giriyordu. İçin için sızlanmaları, sessiz ağlamaları bir yana bıraktı ve lanet okumalar, küfürler savurmaya başladı. Bağırdıkça korkusu geçiyor yerini öfke alıyordu. Aşağıdan girdi köye. Davul zurna seslerine doğru koştu.
                                           ≠     ≠     ≠
    Kara Mukbil atik davranmış Emir’in atının yularını tutmuştu. Emir önce atından inip inmemekte ikirciklendi. Oku köylünün üzerine niçin attığını bilmiyordu. Bütün geceyi at üzerinde yollarda geçirmişti. Üstelik ikindi başlanıp yatsıya dek içilen şarabın kalıtı o dayanılmaz baş ağrısına da katlanmak zorundaydı. Gılmanları olsaydı başını ovdururdu.
    İlkbaharın yeşile boyadığı doğa güzelliklerinin ayırdında değildi, hiç olmamıştı ki…
    Hep zarar görüyor olsa da içinden o an gelen sese uyuyordu. Bilincine vardığı andan beri gücünü çevresindeki insanlara uygulamış, hepsini sindirmişti. Aklına geldiğini o an yapmaktan büyük zevk alıyordu.
    Kesinlikle Evrenuz Gazi de, Hasan Ağa da hamam eğlencelerine karşı çıktıkları için “Musa geliyor!...” demişlerdi. Kapıoğlanlar Edirne kapılarını Musa’ya mı açmışlardı? Neler olmuştu dün gece? Hayal meyal anımsıyordu; palasıyla Hasan Ağa’nın sakalını kestirmişti, kocamış Evrenuz nasıl da kaçmıştı yaşına başına bakmadan…
    On yıldır tahtta oturan koskoca Sultan Emir Süleyman’dı o…
    Edirne’de, Atlabarak sarayında peştamalı çıkarıp apar topar sırtına giydirilen giysiler, simli kaftan ağır gelmeye başlamıştı. Atından inerken kaftanın eteklerini zor topladı. O an ne yaptığını, ne de yapacağını biliyordu. Ölenin başına çöküp kalmış köylü gence yöneldi. Elini belindeki saldırmaya atmıştı ki, arkadan Karaca Bey yetişti. Atından inip hemen uzanmıştı Sultanına. Saldırmanın kınından çıkmasını saygıyla engelledi. Olanları önleyememenin pişmanlığı konuşturmuyordu hiçbirini. Kara Mukbil ile Karaca Bey gözgöze geldiler. Bir an önce Emir Süleyman’ı atına bindirip kaçırmak istiyorlardı. Edirne’den beri onlara yol gösteren Kılavuz’un atını topuklayarak sürdüğünü gördüler. Emir atının üzerinde olsa Kılavuzun peşinden giderdi ama tepeye doğru birkaç adım koşarak bir küfür savurmakla yetindi.
    Tepenin ardından gelen davul zurna sesleri aniden kesildi. Yol boyunca duydukları bülbül ve saka ötüşleri de duyulmaz oldu. Doğa sanki ölüm sessizliğine bürünmüştü. Çok zaman geçmemişti ki, tepe yamacındaki tarlanın sınırı ilerleyen köylülerle doldu.
    Gelin alayı değildi bu gelen. Kalabalıkla birlikte önde elini kolunu sallayarak bir şeyler anlatan Yahya, kalabalığın hemen yanında Kılavuz ilerliyorlardı. Ellerindeki sopalarla, bıçaklarla, çakılarla sanki tarlalarına dadanan domuzu kovmaya gidiyorlardı.
    Ergene üzerindeki tahta köprüye yaklaşırken kalabalık içinden duraklayanlar oldu. Yan yana yatan Eren’in, Hasancan’ın kanlar içinde suratı kalabalıktakiler tarafından daha çok uzaktan görülmüştü. Binicilerinden uzaklaşmadan otlayan atların üzerideki çullar, yabancıların giysileri, hele sırmalı kaftanları onları etkilemişti. Kalabalık içinde öfkeyle bağırıp çağıranlar baskın çıktı. Duraksayanlar itelendi, yürütüldü. İntikam hırsıyla gözleri dönenler Düğüncülü batağında süslü püslü giyinmiş üç kişiyi çembere aldılar.
                                             ≠     ≠     ≠
    Tozların içinde birbirlerinin kulaklarını hırlamalarla dişlemeye çalışan iki enik davul zurna seslerinin kesilmesiyle huzura kavuşmuş oynaşıp duruyorlardı. Onları sadece yemek yiyenlerin attığı kemik parçaları oyunlarından uzaklaştırıyordu. Düğün törenindeki eğlenceler kesilmişti. Düğün evinde önceden hazırlanan onlarca siniye yemekler konmuş, köy halkı konuşmaları dinlemek için hiç canları istemiyor olsa da sofraya sokulmuşlardı. Köylü kadınları, yaşlıları olanları anlamaya çalışıyor, gelişmelere inanamıyorlardı.
    Hasancan’ın ölümünden sonra atını topuklayıp köye kaçan Kılavuz düğün meydanında toplananlara Edirne’de olanları anlatmaya başlamıştı: “Te be ya anlatamam, nasıl kardeş düşmanlığıydı üüle… Birbirlerinin kellesini getirene tahtı bağışlayıverceklerdi nerdeyse… Bizimki amamdan çıkmıyodu ki!... Yıllardır bıktırdı insancağızları… Emir son ana dek inanamadı, kardaşının bastığına. O, Kosmidon Savaşı’nda da, geçen yaz İstanbol yakınlarında da iki sefer yendiği Musa’yı yine altedeceğinden emindi. Ordusunun başında gitmedi Sofya altına. Amamdaki sefadan çıkamadı. Bej kardaş yediler birbirlerini… Emir burada, Mustafa ile İsa da dağlarda yok oldular. A be… Mehmet orda padişah oldu, Musa burada…”
    Düğüncülüler ilgiyle dinliyordu Kılavuzun anlattıklarını. Aklına bir şey gelen yanındakine dönüp tahta kaşığını sallayarak anlatıyor, anlamadığını soruyordu.
    Yaşlı bir kadın titrek sesini duyurmaya çabalıyordu: “Yanlış yaptınız be kızanlar… Adam öldürmek kötüdür…”
    Yanında bir başkası söyleniyordu: “Başçazımız belaya gircek be ya, ne diye öldürdünüz o insancağızları…”
    Düğün sofrası hareketlenmeye başlamıştı. Sızıldanan yaşlı kadınların söylenmelerini kimse duymuyor, duyan da önemsemiyordu. Herkesin konuşmasını kesen bir ses yükseldi: “Madem kardaşının kellesini getirene tahtını bağışlayacak biz de kelleyi götürelim Musa’ya !...”
    Düğüncülü batağında Kara Mukbil’i öldürendi konuşan. Sesini daha da yükselterek devam etti, “… tahtı istemeyiz, bize birkaç kese altıncık versin yeter !...”
    “Verir mi?”
    “Verir tabi, biz onun o savaşlarda yapmak istediği şeyi yaptık di’mi?”
    “Ha’din öyleyse ne dururuz be ya, gidelim alalım altıncıklarımızı!... “
    Her kafadan bir ses çıkıyordu. Konuşmalar daha bitmeden bazıları ayaklanmıştı bile. “Durun bre!...” diyenler de oldu…
    Güneş karşılarında batarken aralarında Yahya’nın ve Kılavuzun da bulunduğu on kişilik topluluk Ergene kıyısından Edirne’ye doğru ormana daldı. Önde gidenlerden biri elindeki hasır sepetin içinde kanlara bulanmış simli kaftanına sarılı Emir Süleyman’ın kesik başını taşıyordu.
                                           ≠     ≠     ≠
    Olayların ardından üç gün geçmişti.
    Düğüncülü’de şenlik vardı. Birkaç gün önce bir hanede kurulan düğün köyün bütün evlerine yayılmıştı. Düğüncülü köyünde heyecanlı bekleyiş de sürüyordu. Köylüler köy yakınındaki tepenin üzerinden gün boyu Edirne yolunu gözlüyorlardı. Güneş battıktan, ortalığı karanlık sardıktan sonra da bu bekleyiş sabaha ertelenmiyor, heyecan zaman geçtikçe daha da artıyordu.
    Dün Edirne’den dönen on kişinin anlattıklarını köyde çocuklar bile ezberlemişlerdi: “Onları saray kapısında Oruç Gazi karşılamış, onları o dinlemiş, emaneti Musa Çelebi’ye o götürmüş ve geriye döndüğünde de Padişahın çok üzgün olduğunu, ‘Düğüncülülerin köylerine dönüp armağanlarını beklemeleri gerektiğini’ söylemiş… “
    Tepede gözcülük eden köylüler, Edirne yönünde güneşin batıp gökyüzünü kızıla boyadığında Ergene nehri boyunca uzanan ormandan çıkan atlıları hayal meyal gördüler. Atlılar ellerindeki ucu paçavra sarılı sopaları ateşlediklerinde ise tepedeki köylülerin sevinç çığlıkları Düğüncülü Köyü’ne dek ulaştı. Köylüler içlerinden alacakları armağanın ne olduğu konusundaki meraklarını bastırarak atlıları karşılamak için köy girişinde toplandılar. Sakin, sessiz bekleyenlerin arasında tek tük yerinde duramayıp hoplayıp zıplayanlar bile vardı.
    Atlılar; sakalları ve kalın kara bıyıkları pek belli olmayan ama karaltıları mavi kızıl gökyüzünde net seçilebilen iri yarı gövdeleriyle elli kadar vardılar. Köylüler çok bekledikleri atlıların yüzlerini ellerinde yanan meşalelere karşın göremediler. Köylüler sustular, geriye doğru bir iki adım attılar. At kişnemesinden ve toynakların toprağa vurduğunda çıkan tok sesten başka ses duyulmuyordu.
    “Ben Oruç Gazi’yim”, dedi gür bir ses. “Tüm köylüler hemen evlerine dönsün… köpeklerini, kedilerini de yanlarına alarak kapılarını kapatsın… biz herkesin evine uğrayacağız…” dedi. Kalabalıktan şaşkınlık mırıltıları başlayınca; “haydi, hemen !...” diye buyurdu. Köylüler evlerine yöneldikleri sırada fısıltılar uğultuya dönüşmüştü.
    Ellerindeki meşalelerle atlılar köylülerin evlerine kapanmalarını beklediler.
    Son kapı da kapandı ve köydeki dam, samanlık ne varsa her şey ateşe bulandı.
    Çığlıklarla dışarıya çıkanları acımasız palalar biçti.
    Tan ağarırken artlarında dumanlar bırakan atlılar görevlerini tamamlamış, dönüş yoluna düşmüşlerdi.
    Çok iyi biliyordu Oruç Gazi; yaşamda kalmasının bedelini böyle ödemişti Musa’ya. Yaptığı iş; Emir’in yanında bulunmanın cezasıydı.
    Oruç Gazi’nin kulaklarında Musa Çelebi’nin öfke dolu sözleri çınlıyordu:
    “Kut kandaydı… kardaşımın kanı aktı… Tanrının gücü boşa aktı…”



                                                                                                                            Hüseyin Kenan GÖREN