EMİR İLE MUSA
Onlara, Ergene’nin kıyısına tepeyi aşıran
poyraz taşıyordu davul zurna seslerini.
Ezgi kulaklarına geldiğinde kıpır kıpır
oldu genç yürekleri. Bir an önce varmalıydılar Düğüncülü’ye.
Hasancan, Yahya ve Eren tan ağarırken
çıktıkları avdan dönüyorlardı. Avın yanı sıra Temrezli’ye dek gitmişler,
Eren’in yavuklusuna görünmüşlerdi.
Sık meşe ormanından geçip tahta köprü
üzerinden nehir kenarındaki Düğüncülü batağına, çimenlik alana varmışlardı ki
karşıdan kendine doğru ıslık çalarak döne döne gelen şeyi gördü Hasancan. Görür
görmez de tok bir ses kaşlarının arasına vurdu. Bir anda gelen ve hemen yok
olan kulaklarındaki uğultu, gözlerindeki parlama ve tüm bedenindeki gerilmeyle
sırtüstü devrildi. Titredi kaldı. O an sanki dipsiz bir fırının içine düşmüştü…
Yüreği ısındı ve bitti, sonra yavaşça
soğudu…
Ormandan düzlüğe çıkan dört atlıdan birinin
atağı ok Hasancan’ın iki kaşının arasına saplanmıştı. Eren yanı başına yıkılan
arkadaşına eğildi. Şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırmış; bir ormandan çıkıp
kendilerine doğru gelen süslü kaftanlar içindeki dört atlıya, bir Hasancan’ın
kan dolan göz çukurlarının arasından yükselen işlemeli çubuğun uçuna bağlı kürk
parçalarına bakıp duruyordu. Yahya korkmuş tepeye doğru kaçmaya başlamıştı.
Şalvarının ağı bacaklarına dolanıyor, iki adımda bir sendelemesine neden
oluyordu. Arkasından gelen bir atlı var mıydı? Gelse bile yoku yukarı attan
daha hızlı çıkabileceğini aklından geçirdi. Bir an durdu, geriye baktı. Peşinden
gelen yoktu. Hasancan’ın böğürtüsü kulaklarından, bir anda kan içinde kalan
suratı da gözünün önünden gitmiyordu. Tepenin yamacında bir tarla sınırından
koştu.
Yahya hem sessizce ağlıyor, hem koşuyordu.
Güneş tepeye yükselmiş, sıcaklığını da oldukça arttırmıştı. Ter, gözyaşı, sümük
yüzünde karışıyor, çektiği burnundan, ağzından içine giriyordu. İçin için
sızlanmaları, sessiz ağlamaları bir yana bıraktı ve lanet okumalar, küfürler
savurmaya başladı. Bağırdıkça korkusu geçiyor yerini öfke alıyordu. Aşağıdan
girdi köye. Davul zurna seslerine doğru koştu.
≠ ≠ ≠
Kara Mukbil atik davranmış Emir’in atının
yularını tutmuştu. Emir önce atından inip inmemekte ikirciklendi. Oku köylünün
üzerine niçin attığını bilmiyordu. Bütün geceyi at üzerinde yollarda
geçirmişti. Üstelik ikindi başlanıp yatsıya dek içilen şarabın kalıtı o
dayanılmaz baş ağrısına da katlanmak zorundaydı. Gılmanları olsaydı başını
ovdururdu.
İlkbaharın yeşile boyadığı doğa
güzelliklerinin ayırdında değildi, hiç olmamıştı ki…
Hep zarar görüyor olsa da içinden o an
gelen sese uyuyordu. Bilincine vardığı andan beri gücünü çevresindeki insanlara
uygulamış, hepsini sindirmişti. Aklına geldiğini o an yapmaktan büyük zevk
alıyordu.
Kesinlikle Evrenuz Gazi de, Hasan Ağa da
hamam eğlencelerine karşı çıktıkları için “Musa geliyor!...” demişlerdi.
Kapıoğlanlar Edirne kapılarını Musa’ya mı açmışlardı? Neler olmuştu dün gece?
Hayal meyal anımsıyordu; palasıyla Hasan Ağa’nın sakalını kestirmişti, kocamış
Evrenuz nasıl da kaçmıştı yaşına başına bakmadan…
On yıldır tahtta oturan koskoca Sultan Emir
Süleyman’dı o…
Edirne’de, Atlabarak sarayında peştamalı
çıkarıp apar topar sırtına giydirilen giysiler, simli kaftan ağır gelmeye
başlamıştı. Atından inerken kaftanın eteklerini zor topladı. O an ne yaptığını,
ne de yapacağını biliyordu. Ölenin başına çöküp kalmış köylü gence yöneldi.
Elini belindeki saldırmaya atmıştı ki, arkadan Karaca Bey yetişti. Atından inip
hemen uzanmıştı Sultanına. Saldırmanın kınından çıkmasını saygıyla engelledi.
Olanları önleyememenin pişmanlığı konuşturmuyordu hiçbirini. Kara Mukbil ile
Karaca Bey gözgöze geldiler. Bir an önce Emir Süleyman’ı atına bindirip
kaçırmak istiyorlardı. Edirne’den beri onlara yol gösteren Kılavuz’un atını
topuklayarak sürdüğünü gördüler. Emir atının üzerinde olsa Kılavuzun peşinden
giderdi ama tepeye doğru birkaç adım koşarak bir küfür savurmakla yetindi.
Tepenin ardından gelen davul zurna sesleri
aniden kesildi. Yol boyunca duydukları bülbül ve saka ötüşleri de duyulmaz
oldu. Doğa sanki ölüm sessizliğine bürünmüştü. Çok zaman geçmemişti ki, tepe
yamacındaki tarlanın sınırı ilerleyen köylülerle doldu.
Gelin alayı değildi bu gelen. Kalabalıkla
birlikte önde elini kolunu sallayarak bir şeyler anlatan Yahya, kalabalığın
hemen yanında Kılavuz ilerliyorlardı. Ellerindeki sopalarla, bıçaklarla,
çakılarla sanki tarlalarına dadanan domuzu kovmaya gidiyorlardı.
Ergene üzerindeki tahta köprüye yaklaşırken
kalabalık içinden duraklayanlar oldu. Yan yana yatan Eren’in, Hasancan’ın
kanlar içinde suratı kalabalıktakiler tarafından daha çok uzaktan görülmüştü.
Binicilerinden uzaklaşmadan otlayan atların üzerideki çullar, yabancıların
giysileri, hele sırmalı kaftanları onları etkilemişti. Kalabalık içinde öfkeyle
bağırıp çağıranlar baskın çıktı. Duraksayanlar itelendi, yürütüldü. İntikam
hırsıyla gözleri dönenler Düğüncülü batağında süslü püslü giyinmiş üç kişiyi
çembere aldılar.
≠ ≠ ≠
Tozların içinde birbirlerinin kulaklarını
hırlamalarla dişlemeye çalışan iki enik davul zurna seslerinin kesilmesiyle
huzura kavuşmuş oynaşıp duruyorlardı. Onları sadece yemek yiyenlerin attığı
kemik parçaları oyunlarından uzaklaştırıyordu. Düğün törenindeki eğlenceler
kesilmişti. Düğün evinde önceden hazırlanan onlarca siniye yemekler konmuş, köy
halkı konuşmaları dinlemek için hiç canları istemiyor olsa da sofraya
sokulmuşlardı. Köylü kadınları, yaşlıları olanları anlamaya çalışıyor,
gelişmelere inanamıyorlardı.
Hasancan’ın ölümünden sonra atını topuklayıp
köye kaçan Kılavuz düğün meydanında toplananlara Edirne’de olanları anlatmaya
başlamıştı: “Te be ya anlatamam, nasıl kardeş düşmanlığıydı üüle… Birbirlerinin
kellesini getirene tahtı bağışlayıverceklerdi nerdeyse… Bizimki amamdan
çıkmıyodu ki!... Yıllardır bıktırdı insancağızları… Emir son ana dek inanamadı,
kardaşının bastığına. O, Kosmidon Savaşı’nda da, geçen yaz İstanbol
yakınlarında da iki sefer yendiği Musa’yı yine altedeceğinden emindi. Ordusunun
başında gitmedi Sofya altına. Amamdaki sefadan çıkamadı. Bej kardaş yediler
birbirlerini… Emir burada, Mustafa ile İsa da dağlarda yok oldular. A be…
Mehmet orda padişah oldu, Musa burada…”
Düğüncülüler ilgiyle dinliyordu Kılavuzun
anlattıklarını. Aklına bir şey gelen yanındakine dönüp tahta kaşığını
sallayarak anlatıyor, anlamadığını soruyordu.
Yaşlı bir kadın titrek sesini duyurmaya
çabalıyordu: “Yanlış yaptınız be kızanlar… Adam öldürmek kötüdür…”
Yanında bir başkası söyleniyordu: “Başçazımız
belaya gircek be ya, ne diye öldürdünüz o insancağızları…”
Düğün sofrası hareketlenmeye başlamıştı.
Sızıldanan yaşlı kadınların söylenmelerini kimse duymuyor, duyan da
önemsemiyordu. Herkesin konuşmasını kesen bir ses yükseldi: “Madem kardaşının
kellesini getirene tahtını bağışlayacak biz de kelleyi götürelim Musa’ya !...”
Düğüncülü batağında Kara Mukbil’i öldürendi
konuşan. Sesini daha da yükselterek devam etti, “… tahtı istemeyiz, bize birkaç
kese altıncık versin yeter !...”
“Verir mi?”
“Verir tabi, biz onun o savaşlarda yapmak
istediği şeyi yaptık di’mi?”
“Ha’din öyleyse ne dururuz be ya, gidelim
alalım altıncıklarımızı!... “
Her kafadan bir ses çıkıyordu. Konuşmalar
daha bitmeden bazıları ayaklanmıştı bile. “Durun bre!...” diyenler de oldu…
Güneş karşılarında batarken aralarında
Yahya’nın ve Kılavuzun da bulunduğu on kişilik topluluk Ergene kıyısından
Edirne’ye doğru ormana daldı. Önde gidenlerden biri elindeki hasır sepetin
içinde kanlara bulanmış simli kaftanına sarılı Emir Süleyman’ın kesik başını
taşıyordu.
≠ ≠ ≠
Olayların ardından üç gün geçmişti.
Düğüncülü’de şenlik vardı. Birkaç gün önce
bir hanede kurulan düğün köyün bütün evlerine yayılmıştı. Düğüncülü köyünde
heyecanlı bekleyiş de sürüyordu. Köylüler köy yakınındaki tepenin üzerinden gün
boyu Edirne yolunu gözlüyorlardı. Güneş battıktan, ortalığı karanlık sardıktan
sonra da bu bekleyiş sabaha ertelenmiyor, heyecan zaman geçtikçe daha da
artıyordu.
Dün Edirne’den dönen on kişinin
anlattıklarını köyde çocuklar bile ezberlemişlerdi: “Onları saray kapısında
Oruç Gazi karşılamış, onları o dinlemiş, emaneti Musa Çelebi’ye o götürmüş ve
geriye döndüğünde de Padişahın çok üzgün olduğunu, ‘Düğüncülülerin köylerine
dönüp armağanlarını beklemeleri gerektiğini’ söylemiş… “
Tepede gözcülük eden köylüler, Edirne
yönünde güneşin batıp gökyüzünü kızıla boyadığında Ergene nehri boyunca uzanan
ormandan çıkan atlıları hayal meyal gördüler. Atlılar ellerindeki ucu paçavra
sarılı sopaları ateşlediklerinde ise tepedeki köylülerin sevinç çığlıkları
Düğüncülü Köyü’ne dek ulaştı. Köylüler içlerinden alacakları armağanın ne
olduğu konusundaki meraklarını bastırarak atlıları karşılamak için köy
girişinde toplandılar. Sakin, sessiz bekleyenlerin arasında tek tük yerinde
duramayıp hoplayıp zıplayanlar bile vardı.
Atlılar; sakalları ve kalın kara bıyıkları
pek belli olmayan ama karaltıları mavi kızıl gökyüzünde net seçilebilen iri
yarı gövdeleriyle elli kadar vardılar. Köylüler çok bekledikleri atlıların
yüzlerini ellerinde yanan meşalelere karşın göremediler. Köylüler sustular,
geriye doğru bir iki adım attılar. At kişnemesinden ve toynakların toprağa
vurduğunda çıkan tok sesten başka ses duyulmuyordu.
“Ben Oruç Gazi’yim”, dedi gür bir ses. “Tüm
köylüler hemen evlerine dönsün… köpeklerini, kedilerini de yanlarına alarak
kapılarını kapatsın… biz herkesin evine uğrayacağız…” dedi. Kalabalıktan
şaşkınlık mırıltıları başlayınca; “haydi, hemen !...” diye buyurdu. Köylüler
evlerine yöneldikleri sırada fısıltılar uğultuya dönüşmüştü.
Ellerindeki meşalelerle atlılar köylülerin
evlerine kapanmalarını beklediler.
Son kapı da kapandı ve köydeki dam,
samanlık ne varsa her şey ateşe bulandı.
Çığlıklarla dışarıya çıkanları acımasız
palalar biçti.
Tan ağarırken artlarında dumanlar bırakan
atlılar görevlerini tamamlamış, dönüş yoluna düşmüşlerdi.
Çok iyi biliyordu Oruç Gazi; yaşamda
kalmasının bedelini böyle ödemişti Musa’ya. Yaptığı iş; Emir’in yanında
bulunmanın cezasıydı.
Oruç Gazi’nin kulaklarında Musa Çelebi’nin
öfke dolu sözleri çınlıyordu:
“Kut kandaydı… kardaşımın kanı aktı… Tanrının
gücü boşa aktı…”
Hüseyin Kenan
GÖREN