İki Mustafa Kemal vardır: Biri
ben, et ve kemik geçici Mustafa Kemal… İkinci Mustafa Kemal, onu “ben”
kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde
yeni fikir, yeni yaşam ve büyük
ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını
temsil ediyorum. Benim girişimlerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin
içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve
başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!
1933 (Hamdullah Suphi
Tanrıöver, Yerli Yabancı 80 İmza Atatürk’ü Anlatıyor. S. 183)
Bizim evin halleri birkaç gündür çok
şaşılası…
Bir sinirsel fırtına, bir tartışma ortamı,
bir huzursuzluk ki, sormayın!..
Tamam, kabul…
‘Aydın
insan huzursuz olur’ ama bu kadar kuşkucu olmak da fazla…
Haklı mı bilmem ama sorun eşimden kaynaklı.
Önceki akşam işten gelmiş, oturduğum pencere
kenarındaki koltukta gazetemi günbatımı ışığından yararlanarak okumaya
uğraşırken, eşim bir tafrayla yanıma gelip:
“İkinci ‘Mustafa vakası’ bu!” diyerek elindeki kitabı sehpanın üzerine attı.
Önce önemsemedim. Sonra okuyamadığım
gazetenin satır aralarında Birinci Mustafa, İkinci Mustafa gibi padişah adları
oluşmaya başladı.
“Ne ilgisi var söylediğinin bu kitapla!”
diyerek sehpanın üzerindeki kitaba baktım.
Son ayların en çok satan, en çok okunan
kitabıydı:
“Mustafa
Kemal”.
Eşim tepemde dikilirken tepkisinin nedenini
anlamıştım.
Kitabı okumuş, bitirmiş ve beğenmemişti.
“Kimse Atamın imzasını kendi kafasına göre
değiştiremez. Bu kitabın üzerindeki imza ‘Gazi
M. Kemal’ olmalıydı, M. Kemal değil!.. Bak 181. sayfada imzanın doğrusu
var. Gazi rütbesi kime batmış da
imzadan çıkarmış acaba?” dedi.
Daha sonra araştırdığımızda Atatürk’e,
Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 19 Eylül 1921 günü “Gazi” ve “Müşir” rütbelerinin verildiğini okuduk.
Çok kızdığı belliydi, ha bire söyleniyordu:
“Bildiklerini unut ve git bilmeyenlere sor! Bol akçeli işlerde imza
sahtekarlığına ne denir?”
Gazeteyi elimden bıraktım. Şaşırıp
kalmıştım. Oysa, kitabın sütbeyaz karton kapağına, üzerindeki imza ne güzel durmuştu.
Eşimi sakinleştirmek için:
“Arkadaş, on yıl önceki Can Dündar’ın ‘Mustafa’sına
mı benzettin kitabı?” diye sordum.
“Evet”, dedi. “Bunlar tam bir algı bozma çalışması! Tamam, Gazi
Mustafa Kemal Atatürk de bir insandır ve her insan gibi zayıf anları, yaptığı
yanlışları olabilir. Bu zayıf anlar, yaptığı yanlışlar yüzünden Atamın yaşamı
çarpıtılarak basitleştirilemez”.
“Amma da büyüttün! Bu kitabı okumadım ama
senin söylediğin gibi basitleştirme amaçlandığını sanmıyorum. Kitabın amacı Atatürk’ü daha çok sevdirmeye çalışmak bence…”
Eşimin hiç hoşuma gitmeyen bu bakışını kırk
yıldır iyi bilirim. Yeşile çalan bal rengi gözleri açıldı ve “Atatürk sarı saç, mavi göz değil ulusal
bağımsızlıktır" dedi. "Atatürk, akılcılık ve bilimselliktir",
"Atatürk Laikliktir” dedi.
Kitaba uzandı, sehpanın üzerinden alıp 40.
sayfayı açtı, bana uzattı.
Sayfada Atatürk’ün gençliğinden bıyıklı bir
fotoğrafı vardı.
Eşim okumaya başladı:
“Yukarı doğru kıvrık
Bıyıklar
pek modaydı…
Mustafa Kemal haftasonu
İznine
çıkmadan önce
Bıyıklarını
briyantinler,
Yukarı
doğru kıvırıp yanağına
Bantlar,
bir süre böyle tutarak
şekillendirirdi.”
Gülerek: “Şeffaf yara bantı olmalı, renklisi
çirkin durur!” dedim.
O ağzını burnunu eğip bantlı sayfanın yüz
sayfa ilerisini buldu, gösterdi:
“Kan gövdeyi götürürken Çalıkuşu okuyordu” yazmış…
108. Sayfaya bir bak diye okumayı sürdürdü: “Kuvayı
Milliye’yi örgütledi” yazmış altına da, “Kuvayı Milliye namuslu bir insanın
yastığının altındaki tabancaya benzer, namusunu kurtarması için hiçbir ümit kalmadığı
anda, hiç olmazsa intihar etmeye yarar diyordu” demiş. Bu cümleyi Gazi Mustafa
Kemal Atatürk söylemedi ki: Falih Rıfkı Atay’ın Niçin Kurtulmamak kitabının 42. sayfasında var. Yazar işine geldiği
gibi alıp, kafasında yarattığı Mustafa Kemal’e söyletmiş”.
Bizim evin halleri gitgide büyüyordu.
Şakaya vurup: “Bak arkadaş” dedim. “Bu yazar
çok zeki biri. Bilmeden, ayırdına varmadan bunları yazmış olduğunu
düşünmüyorum. Bizleri sınıyor olmasın? ‘Eksik
gedik Mustafa Kemal Kitabı yazdım; bir milyon sattı’ mı diyecek? Köşe
yazılarında böylesi hinlikleri o kadar çok ki!..”
“Doğru, eksik gedik!” dedi. “1 Kasım 1922’de
saltanat kaldırıldı. Tamam onu yazmış ama 3 Mart 1924 günü TBMM dört kanunu
onayladı. Halifeliği kaldırdı, Şeriye ve Evkaf Bakanlığı’nı kaldırdı, öğretim
ve eğitimi birleştirdi ve Genel Kurmay Başkanlığı’nın Bakanlar Kurulu dışına
çıkarılmasına karar verdi. Yazarın bunları bilmemesini düşünebiliyor musun?
Halifelik kaldırılmış ve kitapta tek satır yok!”
Gösterdiği kitap sayfaları akşamın
loşluğunda görünmez olmaya başlamıştı. Böyle giderse biz akşam yemeği
yiyemeyecek ve aç yatacaktık. Eşim zamanın akıp gittiğine aldırmadan lambayı
yaktı ve yanıma oturdu.
“Bak, yazar Sözcü Gazetesi’ndeki köşesinde
nasıl yazdığını anlatmış. 2008 yılından bu yana bu kitaba yoğunlaştığını,
‘boynunun borcu olarak gördüğünü’ yazmış. İki bin dolayında kitap, dergi,
çalışma taramış ve yedi bin sayfa özet çıkarmış. İki yılda da yazmış. Olduğu
gibi, saklamadan gizlemeden, tüm gerçekliğiyle yazdığını söylüyor. Bu çalışmaya
saygı duyman gerek!..” dedim.
Eşim, şaşılacak kadar sakince: “Bak” dedi, “Erzurum Kongresi bizim için çok önemli
kararların alındığı bir toplantıydı. Burada alınan kararlardan hiç söz
edilmemiş ama 321. sayfada;
‘Sivil
hayatta sabaha karşı saat beş gibi, yatmadan önce tuvalete giderdi’yi
yazmış.
Sivas
Kongresi’nde dünyaya haykırılan vatanın
bölünmez bütünlüğünü yazar bilmiyor muydu da yazmadı. 95. Sayfada yazdığı
gibi Sivas’a ‘altı teneke benzin iki çift lastik’ almaya mı gitmişlerdi de, onun
yerine 322. sayfadaki:
‘Kimsenin önüne pijamayla çıkmazdı.
Her gün çamaşır değiştirirdi.’ satırlarını kitabına
yazmış. Sence hangisi daha önemli?
Sayfa 432 ‘Rakı içerdi’, sayfa 433 ‘Gündüz
içmezdi’, sayfa 434 ‘Leylekboynu tabir edilen kadehle içerdi, sayfa 436 ;
Buz koymazdı.
Buz gibi su isterdi.
Meze aramazdı.
Sarı leblebi olmazsa olmazıydı.
Yemekle beraber içmezdi…
Bunlar hep Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü
anlatan o kitabın sayfalarından…”
Peşpeşe konuşuyordu. “Ya, bırakın bu işleri!..”
dedi ve mutfağa gitti.
Akşam yemeğini konuşmadan yedik.
Bizim televizyonda genellikle Halk tv kanalı
açıktır. Oradaki tartışmaları diğer televizyonlardaki vurdulu kırdılı aptal dizilere
yeğleriz.
Halk tv’nin bıktırıcı reklamlarında bizim
kitap vardı. 35 liraya kargo ederi de eklenerek satıldığı duyuruluyordu.
İnternette 20 lira olan kitap burada iki katına satılıyordu. Reklamı yapanlar Anaokulu,
ilkokul versiyonlarının hazırlanacağını, çocukların okul çantalarına, bebek
kundaklarına bile gireceklerini söylüyorlardı. Garipsedim.
O gece benim uykum kaçtı, yataktan kalkıp
salonda açtığım bir ışığın altına oturdum ve kitabın kapağını açtım.
Virginia Wolf’un “Kitap Nasıl Okunmalı”
denemesinde yazdığı gibi “Okumak görmekten daha uzun ve karmaşık bir süreçtir”
cümlesini kanıtlayan gözden geçirme sürecine başladım.
Okudum demek isterdim.
Toplumumuza seksenli yıllardan sonra
dayatılan kitap düşmanlığı ve hoş zaman geçirme amacıyla tembelce izlenebilen
beyazcamın bağımlılığı bu tür kitapların çok satmasına olanak sağladı.
Daha çok postmodern olarak nitelenebilecek
sıra dışı olduklarını sanan yazarların herhangi bir süpermarkette
bulabileceğiniz çok satan ve film izler
gibi okurken insanı yormayan kitapları gibi…
Başka işlere yetişecekmiş gibi not alan ve o
notları aynen yayınlayan yazarların, izlemenin tembel zevkini çekici kılan
kitapları gibi anlatısı (üslubu) vardı Mustafa
Kemal kitabının.
Belgesel film seslendirmesi tadındaydı…
Yazarının da söylediği gibi üzerinde çok
çalışıldığı belliydi. Cümlelerdeki yargı kesindi. Satır aralarını kendiniz
dolduracak, doğruluğunu sorgulamayacaktınız. Bilmeyenler için hazır hap gibi
tarih bilgileri vardı.
73. sayfada takıldım.
“Alay eder gibi tayin çıkarılıyordu.
Bavullarını yerleştirmesine bile vakit
bırakılmıyordu
Yıldırım orduları komutanına, yıldırma
harekatıydı.
Başarılı oldukça, şöhreti arttıkça
cezalandırılıyordu.
Ekim 1917’de nihayet İstanbul’a alındı ama,
görev tanımı yapılmamıştı” diyordu.
Şevket Süreyya Aydemir, Remzi Kitabevi’nden
1999 yılında çıkan Tek Adam kitabı 1. cildinin 275. sayfasında bu atama günlerini
çok ayrıntılı anlatıyordu ama Ana Britannica Ansiklopedisi Atatürk maddesi daha
özet bilgi vermişti.
Okuduklarım birbirini tutmuyordu.
Bulduğum kaynaklara göre Ekim 1917 tarihinde
Mustafa Kemal Mirliva (tuğgeneral) rütbesindeydi. Bir yıl sonra Yıldırım
Ordular Grubu Komutanlığı’na atanmıştı.
Oysa Mustafa Kemal kitabının 73. sayfasında
yazıldığı gibi Ekim 1917’de nihayet
İstanbul’a alındı bilgisi yanlış. Mirliva Mustafa Kemal Paşa, 20 Eylül 1917
tarihinde yazdığı raporun dikkate alınmaması üzerine -kendi tabiriyle- kendi kendini kumandanlıktan affederek görevinden
çekilmiş.
Kısa cümlelerin aralarından yanlış aramaya başladığımı anlayınca
kendimden utandım.
Öyle ya! Yılların yazarının yanlışını bulmak
bana mı kalmış?
19 Ağustos 2007’de Hürriyet Gazetesinde Ayşe Arman’la yaptığı söyleşide:
“Bence mesleği sevmemem, benim için avantaj oldu. Ve ben yaptığım işin
ticari bir iş olduğunu hiç unutmadım.
Edebiyattan anlamam, edebiyat sevmem,
bilmem, yazı çiziden bile hoşlanmam. Nasıl konuşuyorsam öyle yazıyorum, bu da
insanların hoşuna gitti.” demiş.
Bu
söyleşi beni etkilemişti. Dinç Bilgin,
Cem Uzan, Turgay Ciner, Aydın Doğan gibi çoğu gazetecilikle ilgisi olmayan
patronların beyaz yakalı silahşörü…
Yüzümü tavana çevirip gözümü yumduğumda içten içe söylenmeye başlamıştım: “Yaa,
yazar bey!.. İnsanlarımızı ne hale getirdiler gördünüz mü?
Her şey bir kenara; edebiyat sanattır, sanatı nasıl yok sayarsınız?”
İlginç,
kitap elimde olduğu sürece Eşim gibi düşünüyordum. Bıraktım kitabı yatmaya
gittim.
Her sabah erken kalkar, sıkı bir kahvaltı
ederiz. Yağmur yoksa, çevre yollar çamur değilse kahvaltı sonrasında da yürürüz.
O sabah da öyle yaptık.
Kahvaltı sırasında olsun, yürüyüş sırasında
olsun hep güncel konulardan söz açıp bolca konuşuruz.
O sabah sanırım kitabı düşündüğümüz halde, belki
keyfimizi kaçırmaktan korktuğumuza kitaptan konuşmadık.
Öğlene doğru kitabı elime aldım, göz gezdirmeye başladım ki, eşim
yanımda bitti.
Ne kadar çok doluymuş!..
“Okudun mu? Üç milyon satış hedeflemişler. Masaldaki
gibi, fareli köyün kavalcısı …”
dedi.
“Satarlar arkadaşım, bizim gibi insanlara bu
reklamlarla satarlar!..” dedim. Kitapta 180’li sayfalara gelmiştim. Eşim kitabı
eline aldı. Kaldığım yeri açtı;
“Aşkları, evlatlıkları, kızkardeşi Makbule’den çektikleri, kişisel özellikleri
diye özel yaşamı, son on sayfaya kadar magazin…” dedi.
Beklentileri haklıydı:
“Atatürk’ü anlatan bir kitapta bizlere çağdaş bir yaşam veren Atatürk ilkelerini
okumayı beklerdik. Altıok’tan çok, Rıza Nur’un hiçbir sayfada yer bulmaması
gereken cinsel iftiralarını, laikliği
anlatan sayfalardan çok, Zsa Zsa Gabor’un reklam amaçlı cinsel fantezilerini, akılcılık ve bilimselliği
anlatan sayfalardan çok Bulgar kızı Miti’nin beklentilerini okumak beni üzdü. Atatürk bağımsızlıktır.” dedi ve sustu.
Üzülmüştü eşim.
Sait Faik Abasıyanık, ‘Haritada Bir Nokta’
adlı öyküsünü “Yazmazsam deli olacaktım.” diye bitirmişti ya…
Aklıma o an yazmak geldi.
Hüseyin
Kenan GÖREN
8
Kasım 2018 - Lüleburgaz