8 Kasım 2018 Perşembe

BİZİM EVİN HALLERİ...




   

   İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik geçici Mustafa Kemal… İkinci Mustafa Kemal, onu “ben” kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni            fikir, yeni yaşam ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim girişimlerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!
1933 (Hamdullah Suphi Tanrıöver, Yerli Yabancı 80 İmza Atatürk’ü Anlatıyor. S. 183)


   Bizim evin halleri birkaç gündür çok şaşılası…
   Bir sinirsel fırtına, bir tartışma ortamı, bir huzursuzluk ki, sormayın!..
   Gerginlikte meclisi geçtik.
   Tamam, kabul…
   Aydın insan huzursuz olur’ ama bu kadar kuşkucu olmak da fazla…
   Haklı mı bilmem ama sorun eşimden kaynaklı.
   Önceki akşam işten gelmiş, oturduğum pencere kenarındaki koltukta gazetemi günbatımı ışığından yararlanarak okumaya uğraşırken, eşim bir tafrayla yanıma gelip:
   “İkinci ‘Mustafa vakası’ bu!” diyerek elindeki kitabı sehpanın üzerine attı.  
   Önce önemsemedim. Sonra okuyamadığım gazetenin satır aralarında Birinci Mustafa, İkinci Mustafa gibi padişah adları oluşmaya başladı.
   “Ne ilgisi var söylediğinin bu kitapla!” diyerek sehpanın üzerindeki kitaba baktım.
   Son ayların en çok satan, en çok okunan kitabıydı:
   Mustafa Kemal”.
   Eşim tepemde dikilirken tepkisinin nedenini anlamıştım.
   Kitabı okumuş, bitirmiş ve beğenmemişti.
   İşaret parmağını oynatarak kitabı gösterip, oldukça yüksek sayılacak bir sesle:
   “Kimse Atamın imzasını kendi kafasına göre değiştiremez. Bu kitabın üzerindeki imza ‘Gazi M. Kemal’ olmalıydı, M. Kemal değil!.. Bak 181. sayfada imzanın doğrusu var. Gazi rütbesi kime batmış da imzadan çıkarmış acaba?” dedi.
   Daha sonra araştırdığımızda Atatürk’e, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 19 Eylül 1921 günü “Gazi” ve “Müşir” rütbelerinin verildiğini okuduk.
   Çok kızdığı belliydi, ha bire söyleniyordu: “Bildiklerini unut ve git bilmeyenlere sor! Bol akçeli işlerde imza sahtekarlığına ne denir?”
   Gazeteyi elimden bıraktım. Şaşırıp kalmıştım. Oysa, kitabın sütbeyaz karton kapağına, üzerindeki imza ne güzel durmuştu. Eşimi sakinleştirmek için:
   “Arkadaş, on yıl önceki Can Dündar’ın ‘Mustafa’sına mı benzettin kitabı?” diye sordum.
   “Evet”, dedi. “Bunlar tam bir algı bozma çalışması! Tamam, Gazi Mustafa Kemal Atatürk de bir insandır ve her insan gibi zayıf anları, yaptığı yanlışları olabilir. Bu zayıf anlar, yaptığı yanlışlar yüzünden Atamın yaşamı çarpıtılarak basitleştirilemez”.
   “Amma da büyüttün! Bu kitabı okumadım ama senin söylediğin gibi basitleştirme amaçlandığını sanmıyorum. Kitabın amacı Atatürk’ü daha çok sevdirmeye çalışmak bence…”
   Eşimin hiç hoşuma gitmeyen bu bakışını kırk yıldır iyi bilirim. Yeşile çalan bal rengi gözleri açıldı ve “Atatürk sarı saç, mavi göz değil ulusal bağımsızlıktır" dedi. "Atatürk, akılcılık ve bilimselliktir", "Atatürk Laikliktir” dedi.
   Kitaba uzandı, sehpanın üzerinden alıp 40. sayfayı açtı, bana uzattı.
   Sayfada Atatürk’ün gençliğinden bıyıklı bir fotoğrafı vardı.
   Eşim okumaya başladı:
   “Yukarı doğru kıvrık
Bıyıklar pek modaydı…
   Mustafa Kemal haftasonu
İznine çıkmadan önce
Bıyıklarını briyantinler,
Yukarı doğru kıvırıp yanağına
Bantlar, bir süre böyle tutarak
şekillendirirdi.”
   Gülerek: “Şeffaf yara bantı olmalı, renklisi çirkin durur!” dedim.
   O ağzını burnunu eğip bantlı sayfanın yüz sayfa ilerisini buldu, gösterdi:
   “Kan gövdeyi götürürken Çalıkuşu okuyordu” yazmış…
   108. Sayfaya bir bak diye okumayı sürdürdü: “Kuvayı Milliye’yi örgütledi” yazmış altına da, “Kuvayı Milliye namuslu bir insanın yastığının altındaki tabancaya benzer, namusunu kurtarması için hiçbir ümit kalmadığı anda, hiç olmazsa intihar etmeye yarar diyordu” demiş. Bu cümleyi Gazi Mustafa Kemal Atatürk söylemedi ki: Falih Rıfkı Atay’ın Niçin Kurtulmamak kitabının 42. sayfasında var. Yazar işine geldiği gibi alıp, kafasında yarattığı Mustafa Kemal’e söyletmiş”.
   Bizim evin halleri gitgide büyüyordu.
   Şakaya vurup: “Bak arkadaş” dedim. “Bu yazar çok zeki biri. Bilmeden, ayırdına varmadan bunları yazmış olduğunu düşünmüyorum. Bizleri sınıyor olmasın? ‘Eksik gedik Mustafa Kemal Kitabı yazdım; bir milyon sattı’ mı diyecek? Köşe yazılarında böylesi hinlikleri o kadar çok ki!..”
   “Doğru, eksik gedik!” dedi. “1 Kasım 1922’de saltanat kaldırıldı. Tamam onu yazmış ama 3 Mart 1924 günü TBMM dört kanunu onayladı. Halifeliği kaldırdı, Şeriye ve Evkaf Bakanlığı’nı kaldırdı, öğretim ve eğitimi birleştirdi ve Genel Kurmay Başkanlığı’nın Bakanlar Kurulu dışına çıkarılmasına karar verdi. Yazarın bunları bilmemesini düşünebiliyor musun? Halifelik kaldırılmış ve kitapta tek satır yok!”
   Gösterdiği kitap sayfaları akşamın loşluğunda görünmez olmaya başlamıştı. Böyle giderse biz akşam yemeği yiyemeyecek ve aç yatacaktık. Eşim zamanın akıp gittiğine aldırmadan lambayı yaktı ve yanıma oturdu.
   “Bak, yazar Sözcü Gazetesi’ndeki köşesinde nasıl yazdığını anlatmış. 2008 yılından bu yana bu kitaba yoğunlaştığını, ‘boynunun borcu olarak gördüğünü’ yazmış. İki bin dolayında kitap, dergi, çalışma taramış ve yedi bin sayfa özet çıkarmış. İki yılda da yazmış. Olduğu gibi, saklamadan gizlemeden, tüm gerçekliğiyle yazdığını söylüyor. Bu çalışmaya saygı duyman gerek!..” dedim. 
   Eşim, şaşılacak kadar sakince: “Bak” dedi, “Erzurum Kongresi bizim için çok önemli kararların alındığı bir toplantıydı. Burada alınan kararlardan hiç söz edilmemiş ama 321. sayfada;
   Sivil hayatta sabaha karşı saat beş gibi, yatmadan önce tuvalete giderdi’yi yazmış.
   Sivas Kongresi’nde dünyaya haykırılan vatanın bölünmez bütünlüğünü yazar bilmiyor muydu da yazmadı. 95. Sayfada yazdığı gibi Sivas’a ‘altı teneke benzin iki çift lastik’ almaya mı gitmişlerdi de, onun yerine 322. sayfadaki:
   ‘Kimsenin önüne pijamayla çıkmazdı.
   Her gün çamaşır değiştirirdi.’ satırlarını kitabına yazmış. Sence hangisi daha önemli?
   Sayfa 432 ‘Rakı içerdi’, sayfa 433 ‘Gündüz içmezdi’, sayfa 434 ‘Leylekboynu tabir edilen kadehle içerdi, sayfa 436 ;
   Buz koymazdı.
   Buz gibi su isterdi.
   Meze aramazdı.
   Sarı leblebi olmazsa olmazıydı.
   Yemekle beraber içmezdi…
   Bunlar hep Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü anlatan o kitabın sayfalarından…”
   Peşpeşe konuşuyordu. “Ya, bırakın bu işleri!..” dedi ve mutfağa gitti.
   Akşam yemeğini konuşmadan yedik.
   Bizim televizyonda genellikle Halk tv kanalı açıktır. Oradaki tartışmaları diğer televizyonlardaki vurdulu kırdılı aptal dizilere yeğleriz.
    Halk tv’nin bıktırıcı reklamlarında bizim kitap vardı. 35 liraya kargo ederi de eklenerek satıldığı duyuruluyordu. İnternette 20 lira olan kitap burada iki katına satılıyordu. Reklamı yapanlar Anaokulu, ilkokul versiyonlarının hazırlanacağını, çocukların okul çantalarına, bebek kundaklarına bile gireceklerini söylüyorlardı. Garipsedim.
   O gece benim uykum kaçtı, yataktan kalkıp salonda açtığım bir ışığın altına oturdum ve kitabın kapağını açtım.
   Virginia Wolf’un “Kitap Nasıl Okunmalı” denemesinde yazdığı gibi “Okumak görmekten daha uzun ve karmaşık bir süreçtir” cümlesini kanıtlayan gözden geçirme sürecine başladım.
   Okudum demek isterdim.
   Toplumumuza seksenli yıllardan sonra dayatılan kitap düşmanlığı ve hoş zaman geçirme amacıyla tembelce izlenebilen beyazcamın bağımlılığı bu tür kitapların çok satmasına olanak sağladı.
   Daha çok postmodern olarak nitelenebilecek sıra dışı olduklarını sanan yazarların herhangi bir süpermarkette bulabileceğiniz çok satan ve film izler gibi okurken insanı yormayan kitapları gibi…
   Başka işlere yetişecekmiş gibi not alan ve o notları aynen yayınlayan yazarların, izlemenin tembel zevkini çekici kılan kitapları gibi anlatısı (üslubu) vardı Mustafa Kemal kitabının.
   Belgesel film seslendirmesi tadındaydı…
   Yazarının da söylediği gibi üzerinde çok çalışıldığı belliydi. Cümlelerdeki yargı kesindi. Satır aralarını kendiniz dolduracak, doğruluğunu sorgulamayacaktınız. Bilmeyenler için hazır hap gibi tarih bilgileri vardı.
   73. sayfada takıldım.
   “Alay eder gibi tayin çıkarılıyordu.
   Bavullarını yerleştirmesine bile vakit bırakılmıyordu
   Yıldırım orduları komutanına, yıldırma harekatıydı.
   Başarılı oldukça, şöhreti arttıkça cezalandırılıyordu.
   Ekim 1917’de nihayet İstanbul’a alındı ama, görev tanımı yapılmamıştı” diyordu.
   Şevket Süreyya Aydemir, Remzi Kitabevi’nden 1999 yılında çıkan Tek Adam kitabı 1. cildinin 275. sayfasında bu atama günlerini çok ayrıntılı anlatıyordu ama Ana Britannica Ansiklopedisi Atatürk maddesi daha özet bilgi vermişti.
   Okuduklarım birbirini tutmuyordu.
   Bulduğum kaynaklara göre Ekim 1917 tarihinde Mustafa Kemal Mirliva (tuğgeneral) rütbesindeydi. Bir yıl sonra Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığı’na atanmıştı.
   Oysa Mustafa Kemal kitabının 73. sayfasında yazıldığı gibi Ekim 1917’de nihayet İstanbul’a alındı bilgisi yanlış. Mirliva Mustafa Kemal Paşa, 20 Eylül 1917 tarihinde yazdığı raporun dikkate alınmaması üzerine -kendi tabiriyle- kendi kendini kumandanlıktan affederek görevinden çekilmiş.
   Kısa cümlelerin aralarından yanlış aramaya başladığımı anlayınca kendimden utandım.
  Öyle ya! Yılların yazarının yanlışını bulmak bana mı kalmış?
  19 Ağustos 2007’de Hürriyet Gazetesinde Ayşe Arman’la yaptığı söyleşide:
  “Bence mesleği sevmemem, benim için avantaj oldu. Ve ben yaptığım işin ticari bir iş olduğunu hiç unutmadım.
   Edebiyattan anlamam, edebiyat sevmem, bilmem, yazı çiziden bile hoşlanmam. Nasıl konuşuyorsam öyle yazıyorum, bu da insanların hoşuna gitti.” demiş.
  Bu söyleşi beni etkilemişti. Dinç Bilgin, Cem Uzan, Turgay Ciner, Aydın Doğan gibi çoğu gazetecilikle ilgisi olmayan patronların beyaz yakalı silahşörü… Yüzümü tavana çevirip gözümü yumduğumda içten içe söylenmeye başlamıştım: “Yaa, yazar bey!.. İnsanlarımızı ne hale getirdiler gördünüz mü?
   Her şey bir kenara; edebiyat sanattır, sanatı nasıl yok sayarsınız?”
   İlginç, kitap elimde olduğu sürece Eşim gibi düşünüyordum. Bıraktım kitabı yatmaya gittim.  
   Her sabah erken kalkar, sıkı bir kahvaltı ederiz. Yağmur yoksa, çevre yollar çamur değilse kahvaltı sonrasında da yürürüz. O sabah da öyle yaptık.
   Kahvaltı sırasında olsun, yürüyüş sırasında olsun hep güncel konulardan söz açıp bolca konuşuruz.
   O sabah sanırım kitabı düşündüğümüz halde, belki keyfimizi kaçırmaktan korktuğumuza kitaptan konuşmadık.
   Öğlene doğru kitabı elime aldım, göz gezdirmeye başladım ki, eşim yanımda bitti.
   Ne kadar çok doluymuş!..
   “Okudun mu? Üç milyon satış hedeflemişler. Masaldaki gibi, fareli köyün kavalcısı …” dedi.
   “Satarlar arkadaşım, bizim gibi insanlara bu reklamlarla satarlar!..” dedim. Kitapta 180’li sayfalara gelmiştim. Eşim kitabı eline aldı. Kaldığım yeri açtı;
   “Aşkları, evlatlıkları, kızkardeşi Makbule’den çektikleri, kişisel özellikleri diye özel yaşamı, son on sayfaya kadar magazin…” dedi.
   Beklentileri haklıydı:
   “Atatürk’ü anlatan bir kitapta bizlere çağdaş bir yaşam veren Atatürk ilkelerini okumayı beklerdik. Altıok’tan çok, Rıza Nur’un hiçbir sayfada yer bulmaması gereken cinsel iftiralarını, laikliği anlatan sayfalardan çok, Zsa Zsa Gabor’un reklam amaçlı cinsel fantezilerini, akılcılık ve bilimselliği anlatan sayfalardan çok Bulgar kızı Miti’nin beklentilerini okumak beni üzdü. Atatürk bağımsızlıktır.” dedi ve sustu.
   Üzülmüştü eşim.
   Sait Faik Abasıyanık, ‘Haritada Bir Nokta’ adlı öyküsünü “Yazmazsam deli olacaktım.” diye bitirmişti ya…
   Aklıma o an yazmak geldi.


Hüseyin Kenan GÖREN

8 Kasım 2018 - Lüleburgaz