KOCA SİNAN PAŞA’NIN
CURCUH GÜNLERİ
Zifiri karanlık tez geldi. Üç rekat vitiri kılmadan yatsıyı bitirmiş,
hemen yemeğe oturmuştu. O yemek yerken hemen karşısındaki Hashüs, tüm
iğrençliğiyle şiş göbeğini alttan üstten kaşıyıp duruyordu. Hoş, Paşa’nın
Hashüs’e bakıp gördüğü de şüpheliydi ama alıştığı görüntü onu hiç etkilemedi,
oysa çadırda başkasından aynı davranışları görse kesinlikle midesi
bulanırdı.
Tuna’dan öğle üzeri geçmişlerdi Rusçuk’a. Curcuh Köprüsü’nün biraz
ilerisine çaktırmıştı çadırını. Kapıdan bakınca Tuna’yı, iki yakayı ortadaki
adaya bağlayan köprüyü, uzaklardaki Yerköy’ü, gelişigüzel kurulmuş çadırları ve
çadırların aralarında gezen askerleri görüyordu.
Su
başında bakraçlarını doldururken yavuklusu ile gözleşen taze gibi kaynamaktaydı
içi. Bu oynaklığı, bu coşkuyu kendine yakıştıramıyordu çoğu kez ya... ak
sakallı sevimli dev görüntüsünün yanı sıra hareketleriyle ve verdiği kararlarla
da çevresinde etkili olduğunu sonradan daha iyi anlıyordu. Yok öyle cinsellik
filan değildi derdi, hele bu yaşta!... Tamamen karşısındakine istediğini
yaptırmanın, onu ezmenin verdiği hoşnutluk duygusuydu.
Önünden kalaylı siniyi, çulu kaldırdılar. Çadırın bir köşesinde duran
limon ağacından yapılma sehpayı işaret etti. Hashüs, parmağını ikinci boğuma kadar soktuğu
burnunun içinden çekip umulmayacak çeviklikle sehpaya atıldı. Üzerindeki yağ
kandilini, altın simli dantel örtü ile beraber getirdi. Koca Sinan Paşa hiç
yerinden kalkmamıştı, sehpayı yanına çekti.
Sehpa, Hashüs ile aralarında yıllardır süren garip ilişkinin simgesiydi.
Görevliler çadırın içinde bir yandan Paşa’nın yatacağı yeri
hazırlıyorlar, diğer yandan da ortalığa çeki düzen vermeye çalışıyorlardı. Bir
maşrapa su ve kahvesi gelirken ellerini çırparak görevlilerin dışarı
çıkmalarını işaret etti. Hashüs bir eliyle sakalını kaşırken diğer eliyle
adamları kollarından çekerek, sırtlarından iterek çadırdan çıkardı. Zaman
yitirmeksizin Paşa’nın yanına geldi ve diz üstü çöktü. Alnını Paşa’nın omzuna
yasladı ve burnunu çekerek beklemeye başladı.
Bir
süre böyle kaldılar. Paşa kısık bir sesle Hashüs’ün kulağına fısıldamaya
başladı.
“
Bugün 24 Ekim 1595, Pazartesi... Biliyor musun?
Doksan yıllık yaşamımda sorunlardan
kurtulmanın tek yolunun ‘savaş’ olduğunu gördüm. Sultan lll. Murat’ı buna ikna
etmek için çok hediyeler verdim. Şeytan yüzlü Ferhat’ın ve Hoca Sadettin’in
karşı çıkmalarına rağmen Avusturya’ya savaş açtırdım. Aslında dağıttığım
rüşvetin, hediyenin karşılığını İstanbul’da alamayacağımı bildiğim için geldim
buralara. İki yıl önce başladığımız Avusturya Savaşı’nın bitmek üzere olduğunu
sanıyorum. Elime geçen ise umduğumdan çok az. Oğlum Mehmet Paşa da beklediğim
geliri elde edemedi. Yaptığı tek şey içmekmiş!... Evet, biliyorum...
Estergon’un düşmesi de onun yüzünden. ‘Düşmanı görünce korkudan kusmuş’
diyorlar!... O kadar çok rüşvet dağıtıp onu Bosna Beylerbeyi yapmıştım ki!...
Son fırsatları yaşıyorum... bu Eflak seferinde ne ele geçirirsem kardır; sonra
Fülane Hanım Sultan’a ne derim? “
“Fülane” deyince durdu. Derin bir nefes aldı, çoğunlukla çadırda yaşıyor
olsa da vıdı-vıdılardan uzakta rahattı buralarda. Eşinin adı aklına gelince
bile içini bir sıkıntı kaplıyor, bedenini ter basıyordu.
Sehpayı yanından iterek uzaklaştırdı. Hashüs hemen yerinden fırlamış,
sehpayı eski yerine götürmüştü.
Yan tarafa serilmiş döşeğe emekleyerek
sokuldu ve yatağın içine devrildi. Yatağın yanında ayakucuna doğru bırakılan
testiyi el yordamıyla buldu. Tıkacını çıkararak yattığı yerden testinin içine
işedi, yine dikkatlice tıkacı tıkadı ve aldığı yere koydu. Bıkmıştı bu
işemelerden, bir gecede kim bilir kaç kez işiyordu. İyi ki yanında Hashüs vardı
da testiyi boşaltıyor, temizleyip yine Paşa’nın bulabileceği yere bırakıyordu.
Yorganı üzerine sıkıca çekerek sol yanına döndü. Tespih böceği gibi
kıvrıldığında çadırın dışındaki sesleri duymaz olmuştu.
* * *
Gece boyunca hiç kesilmeden süren
gürültü Koca Sinan Paşa’yı sabaha karşı rahatsız etmiş olacak ki; yatağından
kalkmış, namazını kılmış, sarıklı kalafatını kafasına, simli yeşil kadife
kaftanını sırtına geçirmiş çadırının önüne çıkmıştı. Ne düşündüğünü belli
etmeden, çevresindekilere hiçbir şey söylemeden ve ara sıra ak sakalını
sıvazlayarak olanları izliyordu.
Kıyıya, köprü ayaklarına vursa da pek dalgalı sayılmazdı bulanık şarap
renkli Tuna. Yeşillikler arasından gelerek yine yeşillikler arasından bol
suyunu Karadeniz’e taşıyordu. Benzeri başka nehirlerde pek görülmeyen ada ilk
kez görenleri hep şaşırtıyordu. Sanki kıyılardaki yeşillikler onu cezalandırmış
Tuna’nın orta yerine atmışlar da o inadına nehrin tabanına çakılmış, gelen
suları yarıyor, akıntıya karşı direniyordu.
Tan yeri ağarıyor; güneş Tuna’nın akıp
gittiği yerden doğuyordu. Rusçuk üzerinden gittikçe kararan bulutlar gökyüzünü
kaplamıştı. Doğuya doğru ara sıra beliren koyu mavi gökyüzü, kızıl kara
bulutların arasından kendini gösterse de doğmakta olan güneşin kızıllığına
bulanmaktaydı. İnsanın içini alacakaranlığıyla burkan, bazen de serinliğiyle
ürperten hafif bir poyraz vardı.
Yeniçeriler dünden beri Curcuh Köprüsü’nden geçmekteydiler. Yüz bin
kişilik ordunun geçişi böyle giderse bir haftayı bulacaktı. Bükreş dönüşünde
hep bu anı düşlemişti, Koca Sinan Paşa. Tuna’nın karşı yakasına, Yerköy’e doğru
yayılmış çadırlara baktı. İçinde yanan kandiller çadırlardaki devinimi dışa
vurmaktaydı. Yeniçerilerin çoğu uyumuyor, çadırlarının önünde tütün içerek köprüden
geçiş sıralarının gelmesini bekliyorlardı.
Adanın böldüğü, yüzlerce kulaç uzunluğuyla iki kulaç genişliğindeki
Curcuh Köprüsü’nün Rusçuk ayağını Paşa’nın tahsildarları tutmuştu. Geçen her
askerin eşyasını yoklayıp alacaklarını alıyor, öyle salıyorlardı. İki katip
kavuklarını sallaya sallaya tahsildarların söylediklerini önlerindeki
defterlere yazıyorlardı. Hiç kimse ganimetin beşte bir serdar payını vermeden
köprüden geçemiyordu.
İşleyiş Koca Sinan Paşa’nın hoşuna gitti. Ağustosun ortalarında köprüyü
yaptırırken “Cisr-i Ergene Köprüsü gibi yapalım, bu dar oluyor” diyenlere yanıt
vermemişti. Uzunköprü’deki gibi taş köprü yaptırmaya niçin para harcayacaktı
ki!... Tahta bir köprü yetiyordu işte. Nehrin ortasındaki ada da onların şansı
idi. Derin bir “ohh” çektikten sonra yavaşça çadırına girdi. İçi rahattı.
Enderunda kendisinden “pençik akçesi”nin hesabını soracak kimse yoktu ya!...
Elbet topladıklarının hepsi serdar payı olarak kendi kayıtlarına geçecekti.
Dışarıdaki sabah serinliği yorgan altının sıcaklığını aratmıştı. Az önce
kalktığı yatağa yine devrildi. Nereden çıktığı belli olmayan Hashüs, paşanın
üzerine yorganı uzattı. Koca Sinan Paşa sıcaklığı daha gitmemiş yorganı üzerine
çekti ve sindi. Isınamamıştı. Bir süre sonra ürpertisinin geçtiğini anladı ve
gevşedi.
Sekbanbaşı Hasan Ağa’nın geldiğini haber verdi, Hashüs. Ne kadar
zamandır yattığını kestirmeye çalıştı, çıkaramadı. Hava da oldukça
aydınlanmıştı. Kalkmaya yeltendi. Öncelikle Hasan Ağa’ya duyurma gayesi taşıyan
buyurgan sesiyle, “beklesin bakalım hele!...” dedi. Hashüs’ün yardımıyla
giysilerini değiştirdi. Çadırın önüne çıktı ve oradaki şiltelerden birinin
üzerine çöktü. Sekbanbaşı’na yanına oturması için işaret etti.
İkisinin de gözleri Curcuh Köprüsü üzerinden yavaş yavaş geçen yüz bin
askerdeydi.
Hasan
Ağa’nın neredeyse çenesine kadar inen kara bıyıkları titriyordu. Sakin olmaya
çalışarak konuştu: “ Voyvado Mihal bizim peşimizden girmiş Tergovişte’ye... üç
bin beş yüz yeniçeriyi şehit etmiş. Çoğunu kazığa oturtmuş. Palanka komutanı
Ali Paşa’yı, yiğidim Koçi Bey’i ve diğer komutanları hafif ateşte kızartmış...
Acı çektire çektire öldürmüş onları. Sonra da adamlarına yedirtmiş... Yeniçeri
sıkıntılı, olanlar duyulmuş. Hortlak ve vampir hikayelerinden başka bir şey
konuşulmaz oldu.”
Koca Sinan Paşa her şeyi biliyordu; “şimdi mi aklına geldi bre!... beş
gün geçtikten sonra!...” diyecekti, sustu... Curcuh Köprüsü çevresinde olanlar
onu hiç ilgilendirmiyormuş gibi gözlerini gökyüzüne çevirdi. Ara sıra ak
sakallarının kıpırdamasıyla belli olan canlılık belirtisi dua ettiğinden miydi,
yoksa küfür ettiğinden mi anlaşılamıyordu.
Paşa o gün çadırının çevresinden hiç ayrılmadı. Ordunun bir an önce
geçmesini bekliyordu. Yaşlı bedenindeki yavaş devinimler, durgunluk belirtileri
iç dünyasının tam tersini yansıtıyordu. Kıpır kıpırdı içi. Coşuyordu,
sevinçliydi ve olanları boş veriyordu. Gözüne ufukta, karanlık bulutlarla kara
yerin birleştiği çok uzaklarda, Bükreş yönünde bir ışık parlaması göründü.
Peşinden bir ses bekledi Koca Sinan Paşa ama işitemedi. “Şimşektir elbet!...”
diye aklından geçirdi. Kalktı usulca çadırın içine süzüldü.
İşaretle sehpayı istedi. Hashüs, telesimiş garip tavırlarla getirdi ve
Paşa’nın önüne çöktü.
Koca Sinan Paşa bu kez beklemeden Hashüs’ün
kulağına içinin coşkusunu söndürmeye çalışan o ışık parlamasını unutmaya
çalışarak fısıldadı:
“
Bugün 25 Ekim 1595, Salı... Biliyor musun?
Üç kıta, yedi deniz, otuz halk, kırk
ulus, elli ayrı dil... Güneşin eksik olmadığı sınırlar. Ben Tunus ve Yemen
fatihi doksanlık Sinan böyle bir Osmanlının paşasıyım. Hancı tavuğu gibi yolcu
bokuyla geçinmeyeceğim elbet.
Bütün keferenin parası, malı benim.
Yeniçeri sanki kefereden farklı mı? Şehzade Mehmet’in sünnet düğününde daha çok
şaklabanlık yapanları Yeniçeri ocağına almadı mı lll. Murat? O güçlü ordu
disiplinsiz, eğitimsiz, düzensiz insan kalabalığı haline gelmedi mi?
Sokullu’nun zamanındaki eski ordu
olsaydı geri dönmeyi düşünür müydüm?
Aslında hiç uğraşmayacaktım
buralarda!...
Şeytan yüzlü Ferhat Paşa
engellemeseydi İzmit Kanalı çoktan bitmişti. Sakarya Nehri üzerinden Marmara’yı
Sapanca Gölü’nden Karadeniz’e bağlayıverecektim. Otuz bin amele işe başlamıştı
bile!...İstanbul’un odunu, kerestesi benden sorulacaktı. Sokullu’yu geride
bırakırdım ya, kısmet işte!...
Kanal işine onay vermesi için
lll.Murat’a İncili Köşkü bile vermiştim, keşke vermeseydim. Padişah karısıyla
anasının ruhu arasında kalınca olan bana oldu... lll. Murat’ın ölümüne güya ben
sebep olmuşum!... daha neler!... Şu uğursuz yılın başında, ikinci Pazar günü
Murat, İncili Köşkte otururken İskenderiye’den gelen iki kadırganın yağcı
kaptanları padişahı selamlamak için şenlik topları atmış. Köşkün camları
gürültüden kırılmış. Güya padişah o an çok korkmuş ve o gece de bu yüzden
ölmüş... Köşkü Sarayburnu sahilinde Mimarbaşı Davut Ağa’ya yaptırıp padişaha
hediye etmişim diye ölümünün sebebi ben olmuşum. Safiye Sultan da şeytan yüzlü
Ferhat Paşa’nın dolduruşuyla beni görevden aldı. Sınırda olmasam Ferhat’a
saltanatı kaptırmazdım ama... Kasap koçtan korkar mı? Askere ‘başı benim
hazinesi sizin’ demem yetti. İlk fırsatta kellesi gitti hergelenin... Koskoca
Osmanlı’ya karşı, bana karşı Mihal ile işbirliği yapar ha...”
Sıkıldığını
hissetti ve sehpayı ileriye doğru itti. Hashüs hemen kalkmış sehpayı
uzaklaştırmıştı, o da yavaş yavaş kalktı. Üzerine sırmalı yeşil kadife
kaftanını başına sarıklı kavuğunu geçirdi. Çadırın önüne çıkınca içindeki
sıkıntı daha da arttı. “Şu yağmur birkaç gün daha yağmasa ne iyi olacak”, diye
mırıldandı. Gece karanlığının gizlemesine karşın kara bulutların gökyüzünü
tümüyle kapladığını bunun da dizlerindeki ağrıları arttırdığını biliyordu.
Tuna’nın iki yakasındaki çadırlar eşit sayıya gelmişti. Curcuh Köprüsü
üzerindeki işlem sürüyordu ve her şeyden daha önemli olan da buydu.
Zifiri
karanlık bir an için Bükreş yönünden parlayan bir ışıkla delindi. Yine aynı şey
olmuştu. Bu kez Koca Sinan Paşa uzaklardan korkarak beklediği sesi duydu. Sanki
patlamış davula tokmağı hafifçe indirmiştiler. Ses toktu, çok derinlerden
yankılanarak geliyordu. Bir-iki adım attı ileriye doğru, köprüyü avuçlamak
ister gibi kolunu uzattı ve nöbetçilere bağırdı:
“Haydi, koşun
söyleyin acele etsinler, daha çabuk olsunlar!...”
* * *
Sabah günün ışımasıyla birlikte başladı yağmur. Tan ağarırken rüzgar da
kesilmişti. Tek tük düşmeye başlayan damlaların iriliği Tuna çevresini iyi
tanıyanları bile şaşırtıyordu. Yeniçerilerin bakışları nehrin suyuna düşen
çakıl taşı büyüklüğündeki yağmur damlalarının çıkardığı su halkalarındaydı. O
damlalar sıklaşmaya başlayınca herkes çadırlarına kaçtı. Yağmur yavaşlayıp
dineceği yerde zaman geçtikçe daha da acımasız oluyordu. Çadırların aralarında
gölcükler, Tuna’ya akan su olukları oluştu.
Korktuğu başına gelmişti Koca Sinan Paşa’nın. Uzun süren sabah namazının
ardından çadırın içinde oturmuş beze çarpan yağmur damlalarının çıkardığı
korkunç gürültüyü dinliyordu. Dudakları kıpırdıyor, elleriyle sık sık ak
sakalını sıvazlıyordu. Dışarıda olup biteni merak ediyordu ama sağanak yağmur
altına çıkmak istemiyordu. Yoksa çekinmesinin nedeni dışarıdaki öfkeli gözlere
görünmek miydi? Gece karanlığında duyduğu uzaktan patlak davula vurulur gibi
sesleri yağmurla birlikte daha sık duymaya başlamıştı. Ses sanki daha da
yakınlaşmakta mıydı?
Bir
anda aklına geliverdi. İki ay olmuştu ölümden döneli. Yok oluşun sınırına
gelmişti ya!... Doksan yıllık yaşamında ilk değildi elbet. Ölüm tehlikesini
atlattıktan sonra yaşamanın değerini daha iyi anlıyor, her seferinde daha çok
mal edinmek hırsı basıyordu içini. Argeşo Irmağı’nı geçmişler, Bükreş
yakınlarında Kalugeran’a varmışlardı. Bataklık bir arazide ordu zorlukla
ilerliyordu. Voyvoda Mihal’in top seslerini ilk kez orada duymuştu Paşa. Herkes
panik içinde korunaklı yer ararken batağa saplanıp kalıyor, atlar debelendikçe
daha çok batıyorlardı. Pek çok yeniçeriyle birlikte ağabeyinin oğlu Ayaz
Paşazade Mustafa, Sivas Beylerbeyi Haydar Paşa ve Niğbolu Sancakbeyi Hüseyin
Bey batağa saplanıp boğuldular. Atı, Koca Sinan Paşa’yı nerelere götürüp attı
bilinmez; kendini bir anda göğsüne kadar batağa saplanmış buldu. Gece
bastırmıştı. Paşa salavat getirmeye başladığında Hasan denen o yeniçeri çekip
çamurdan çıkarmış yaşamını kurtarmıştı. Batakçı Hasan’ın sırtında iken öğrendi
Mihal’in 12 top bırakıp kaçtığını. Tam sevinip çamurlu giysilerinden
kurtulmuştu ki yanı başında barut fıçıları ateş aldı. Patlamalar yüzünden
gökyüzü güneş çıkmış gibi aydınlanmıştı. Her iki ordu da hücuma uğradığını
sanmıştı. Kazara patlayan barut fıçılarından korkan Mihal gerilere çekilmiş,
yeniçeriler Bükreş’e direnişle karşılaşmadan girmişlerdi ama bu kargaşada bir
gelin gibi ordunun önünde taşınan al-yeşil sancağı Mihal’in askerleri çalıp
götürmüşlerdi. Ordu iki aydır sancaksız dolaşmaktaydı.
Ordunun çevresine yayılmış; yağmurdan kaçan, yiyecek beklerken
kuytuluklara sığınmış köpekler hep birden havlamaya, develer acı acı böğürmeye
başladılar. Hashüs merakla dışarıya yöneldi. Paşa’nın yüzüne –belki izin ister
gibi- anlamsızca bakarak dışarıya çıkarken Curcuh Köprüsü’nün berisine suyu
yukarılara fırlatan bir güllenin düştüğünü gördü. Uzaklardan gelen bir
patlamanın ardından ıslık çalarak, ateş saçarak gelmiş suya gürültüyle
düşmüştü. Yağmura karşın yeniçeriler çadırların arasında bağrışarak
koşuşturmaya başlamışlardı.
Koca Sinan Paşa olanları görmek için çıktığı çadırının önünde
nöbetçilerine köprü başını tutmaları için buyruklar verdi. Tuna’nın iki yanında
yaşanan karışıklığa karşın Curcuh Köprüsü’nün bir ayağı kılıçlarını çekmiş
kapıkullarıyla dolmuştu. Edirne’den sefere katılan tüfekendezlerden bazıları
uzun namlulu çakmaktaşlı tüfeklerini kapıp köprüye doğru siper almışlardı. Uzun
köprünün üzeri adaya kadar o an boşalmıştı. Köprüden inenlere çadırlarından
çıkan yeniçeriler de katılınca karşı tarafta bağırıp çağıran bir kalabalık
oluştu. Hızını hiç dindirmeden yağan yağmur insanların kendisine aldırmadığını
görünce onları acımasızca ıslatıyordu. Öfke köprüden geçenlere de sıçramıştı.
Söylenen yeniçeriler Paşa’nın çadırının önüne doğru ilerleyerek toplanmaya
başlamışlardı.
Koca Sinan Paşa çadırının içine süzüldü. Yüreği hızlı atmaya başlamış,
ağzının içi kurumuştu. Anlamsız hareketler yapıyor, korkusunu belli etmemeye
çalışıyordu. Çadırın dışında hareketlilik olduğunu anladı, korkusu daha da
arttı. Kapıdan girenleri gördü ama kim olduklarını anlayamadı. Tok bir ses
yükseldi: “Paşa, bizi bağışla... destursuz girdik. Ordu bir an önce toparlanmak
ister. Tuna orduyu bölmüştür. Bu barikat kaldırıla!...”
Paşa içeridekilere bakmadan elinin tersiyle dışarıya çıkmalarını işaret
ederek titrek bir sesle, “düşünürüz...” dedi, durmaksızın seccadesini yere
serdi ve yüksek sesle niyet ederek öğle namazına başladı. Paşa’dan çıkan bu
sesi herkes duymuştu. Buyruğa uydular ve saygıyla eğilerek çadırın dışına
çıktılar.
Yağmur öğleye doğru hızını kesmişti ama kara bulutlar Mihal’den buyruk
almış gibi güneşin nerede olduğunu gizliyorlardı. Tüfekendezlerin desteğindeki
kapıkulları kılıçları ellerinde köprünün ayağını tutmuşlardı. Onlardan
çekindikleri için daha açıkta toplanmış bir grup yeniçeri, karşı kıyıda çamurların içinde bağırmalarını
sürdüren arkadaşlarına diğerleri gibi endişeyle bakıyorlardı.
Tuna’nın suyu daha da fazlalaşmış, sakin sakin akan su hırçınlaşmıştı.
Tuna, suyu sevenlere de sevmeyenlere de düşmanlığını arttırmıştı. Curcuh
Köprüsü karşıda kalanlar için yaşama umudu haline gelmişti. “Mihal geliyor
bırakın köprüyü geçelim”, “Bütün eşyamızı bırakalım geçelim”, “Paşa gelsin
bütün paramız onun olsun, bırakın geçelim” sesleri Paşa’nın kulağına
ulaşamıyordu. Ordu panik içinde ne olacağını beklemekteydi.
Gök
gürlemesi gibi bir patlamanın ardından ıslık çalarak gelen bir gülle Yerköy
yakınlarında, Akıncı çadırlarının yanında patladı. Endişeli bakışlar Tuna’nın
akıp gittiği yöne doğru çevirdi. Çok geçmemişti ki bir diğerinin ıslık çalarak
geldiğini gördüler. Gülle hızla yaklaşarak, gündüz olmasına karşın bir yıldız
gibi parlayarak gökyüzünden geliyor, yaklaştıkça alev topunun yalımları
saçılıyordu. Adayı aştı, ordunun ilerisine suları saçarak nehre düştü.
Umarsızlık öfkeyi bastırıyor, korkuyu arttırıyordu. Çalakılıç saldırılacak
düşman yoktu ki!...
Koca Sinan Paşa çadırının içinde her gün yaptığı kısa öğle uykusundan
uyanmış, döşeğinin kıyısına oturmuştu. Hashüs hemen yanı başına çökmüş elini
Paşa’nın ensesinden içeri sokmuş sırtını kaşıyordu. Anlamsız mırıldanmaları bu
işin Paşa’nın hoşuna gittiğini, Hashüs’ün tırnaklamalarından zevk aldığını
belli ediyordu. Sanki dışarıda olup bitenlerle hiç ilgileri yokmuş gibi ayrı
bir dünyada yaşıyorlardı.
Arnavutluk Debre’nin Topoyani’sinde beraber domuz çobanlığı yapmışlardı.
İriyarı ve yaşça büyük olan Sinan, yanından hiç ayrılmayan ve onun yarısı kadar
olan Hashüs’ü her işinde kullanıyordu. Hashüs sanki Sinan için vardı. Bu
ikiliyi hiç kimse konuşmalarına, oyunlarına katmak istemezdi. Devşirme
Emini’nin, Sinan’ı almasıyla arkadaşlıklarının bittiğini sandılar. Aradan geçen
yıllarda Sinan uygun özelliklerinden ötürü çeşitli yerlerde sancak
beyliklerine, birkaç kez sadrazamlığa dek yükselmişti. Saraydan ilk
ayrıldığında Malatya Sancakbeyliği’ne giderken Hashüs’ü de yanına aldı.
Paşa’nın işaret ettiği herkesi gözünü kırpmadan öldüren Hashüs ile son otuz
yıldır yan yana süren ilişkileri ilginçti. Koca Sinan Paşa’nın eşi Yavuz
Selim’in kızı Fülane Hanım bile bu ilişkiyi bitirememişti.
Yine bir patlamanın ardından havada süzülen ateş topu döne döne geldi ve
Curcuh Köprüsü’ne çarptı. Köprünün ortasından büyük bir bölüm yanarak dağıldı
ve sulara gömüldü. Büyük bir panik yaşanmaya başlamıştı. Bazı yeniçeriler
karşıya geçmek için Tuna’nın bulanık suyuna atladılar ama birkaç kulaçtan sonra
gözden yitirildiler. Yeniçeriler Tuna’nın iki yakasında birbirlerine
bağrışmaktan, amaçsızca sağa sola koşuşturmaktan başka bir şey yapamıyorlardı.
Kara bulutlar akşamı tez getirdiler. Yağmur sabahtan akşama dek kah
hızlanarak, kah yavaşlayarak hiç dinmeden yağıp durmaktaydı. Çam sakızı gibi
yapışan çamurla boğuşmak, ıslanıyor olmak kimsenin umursadığı bir şey değildi;
hele Yerköy tarafında kalanlar akşamla birlikte can derdinde, gözleri havada,
yağabilecek ateş toplarını beklemekteydiler. Beklenenler de çok geç kalmıyordu.
Uzaklardan patlıyor, ıslık çalarak ateş saçarak gelen gülle çadırların arasına
düşüyor ve onlarca yeniçerinin bedenleri havaya saçılıyordu. O uzun gecede bu
sahne çok yaşandı.
Koca Sinan Paşa üzüntülüydü. Tahsildarların önünden geçmemiş, pençik
akçesini ödememiş oldukça çok sayıda yeniçeri Tuna’nın karşı kıyısında
kalmıştı. Romen Voyvoda Mihal’in top sesleri, yeniçerilerin bağrışmaları
Paşa’nın kulağına geliyordu. Bu sesler ona gece ilerledikçe önemsiz gelmeye
başlamıştı. Yıllardır yaşadıkları, edindiği deneyim yüreğindeki acıma duygusunu
köreltmişti. Tüm bu yitirdiklerine karşın içindekileri bastırma duygusu
fazlasıyla gelişmişti. Paşa duymak istemediğini duymaz, görmek istemediğini
görmezdi. Yatağına girse kıvrılsa uyuyabilir miydi? Bilemiyordu. Sehpayı işaret
etti. Kapı arkasında yatan ve gözleri sürekli sahibinde olan köpekler gibi
duran Hashüs sehpayı kaptığı gibi Paşa’nın önüne koydu. Hashüs yağ
kandillerinden birini de getirinceye kadar Paşa gözlerini yummuş, Hashüs’ün
kulağının yanaşmasını bekliyordu.
“Bugün 26 Ekim 1595, Çarşamba... Biliyor musun?
Malkara güzel yer. Çiftliğin ambarları mal ile doldurulmuş, tarlalar
sürülüp ekilmiştir. Şimdi köşkün balkonunda olsam da gözümün görebildiği yere
kadar benim olan tarlalarıma baksam. Bu yıl Şubat’tan Temmuz’a dek kaldım
doyamadım. İlkbaharın güzellikleri beni gençleştirmişti. En kısa zamanda
Malkara’ya gitmem gerek. Sokulu’nun iki milyon altını kalmış, benim daha altı
yüz bin’im oldu. Buradan da epey ulca götürürüm Malkara’ya. Yeni Saraydakilerin
ruhu bile duymaz. Hoş duysa ne olur? Oradakiler kendi derdinde!... Kadınlar
birbirlerini yemekle meşgul. Sultan lll. Mehmet’i hala anası Safiye Sultan
yönetiyor. Babası Sultan Murat’ı da Nurbanu Valide Sultan yönetirdi. Nurbanu’yu
kahya kadın Canfeda, onu da haremin kilercisi Yahudi Kira Kadın yönetiyordu.
Yani koskoca Osmanlı İmparatorluğu bir Yahudi’nin elinde oyuncak!... Bu durumun
sorumluları hep valide sultanlar... Benim için kötü bir durum değil aslında,
yakınmıyorum...”
Top sesleri kesilmişti
ama çadıra dışardan özellikle Yerköy Palankası üzerinden korkunç çığlıklar
gelmeye başlamıştı. Sehpayı ileriye doğru itti, Paşa. Yatağına uzandı.
Testisine işedi, tıkacını iyice tıkadı ve tespih böceği gibi kıvrılarak uyudu.
* * *
Gece, alacakaranlığıyla güne dönerken toprak kokuyordu. Güneş
yükseldikçe toprağı kuruttu. Havayı saran toprak kokusunun yerini ter, barut ve
kan kokusu aldı.
Tuna yıkılan köprünün altından da geçiyor, kırmızı pullu bir yılan gibi
kıvrılarak akıp gidiyordu.
Romen Voyvodası Mihal sabaha kadar süren çatışmanın sonunda Yerköy
Palankası’nı ele geçirmişti. On binlerce yeniçeri Yerköy’de yaşananları
izlemekle yetinmiş, kılıcını çekip Yerköy’e koşanlar da geriye dönememişlerdi.
Yerköy’de işini bitiren Mihal, askerlerine Tuna’yı gösterdi.
O
gün çok uzun bir gün oldu. Gece boyunca üzerlerine yağan top güllelerinden
kaçan yeniçeriler, Mihal’in askerlerinden kaçamadı.
Curcuh
Köprüsü’nü geçemeyenler ya Tuna’nın sularında boğuldular, ya Romen askerlerinin
kılıçlarıyla biçildiler, ya da kazığa oturtturulmak, işkence ile öldürülmek
üzere tutsak düştüler.
Osmanlı ordusunun tarih yazan komandoları Akıncılar, Curcuh Köprüsü’nün
karşı kıyısında yok edildiler.
O
gün yüz bin kişilik koskoca bir ordunun yarısı, diğer yarısının gözlerinin
önünde yok oldu.
Mihal, kendi toplarının yanı sıra ele geçirdiği topları da karşı
yakadaki Rusçuk üzerine çevirdi ve gülle yağdırdı. Sinan Paşa gülle menzili
dışına çıkmak için Rusçuk’un güneyine çekildi.
* * *
Sarıklı kallavi, takılı olduğu ak sakallı başla birlikte aşağı yukarı
sallanacağına sağa sola sallanıyordu. Paşa’nın gözleri tahtın örtüsünden
ayrılmıyordu. Arz Odası’nda, hele padişahın karşısında bir sadrazamın böyle
suskun durması hiç de hoş değildi. Sultan lll. Mehmet’in yerine başka bir
padişah olmuş olsaydı, Koca Sinan Paşa’nın kellesi çoktan düşmüş olurdu ya!...
Paşa’daki garipliği görünce Sultan kaygılandı. Öyle ya, üç ay önce al atlastan
kese içinde sadrazamlık mührünü verdiği Lala Mehmet Paşa ancak bir kez divana
katılmış, on günde ölüp gitmemiş miydi? Koca Sinan Paşa da üç ayda yolcu muydu?
Daha
önceleri Yeni Saray’da Arz Odası’na çok girmişti Koca Sinan Paşa, alışkındı.
Başka sadrazamlar gibi değildi, korkmazdı. Onlar ayaklarını Orta Kapı’nın
eşiğinden dışarıya attı mı, geniş bir nefes alıp yeniden doğmuş gibi olur ve
çevresindekilere sadaka dağıtırlardı. Oysa Koca Sinan Paşa’nın yanına
dilenciler bile sokulamazlardı.
Bu
kez değişiklik Sultanın Arz Odası’na yaptırdığı kubbeli sedir şeklindeki taht
idi. Değerli kumaşlar, inci ve zümrütlerle işlenmiş tahta örtü, yastık
yapılmıştı. Üçüncü Avlu’da küçük bir salon olan Arz Odası’nın perdeleri bile
aynı kumaştan yapılmıştı. Koca Sinan Paşa öğlende Arz Odası’na girince ilkin
tahtın yanı başında, solunda tunçtan dökülmüş altın kaplama ocağı gördü. Sonra
gözleri tahtın zümrütlerle, elmaslarla süslü direklerinden aşağıya indi.
Yastıkları ve örtüyü görünce başı döndü, hiçbir şey duymaz oldu. Sarıklı
kallavi sağa sola sallanmaya başladı. Bu aşırı süslü gösteriş Paşa’yı çok
etkilemişti.
Sultanın işaretiyle Zülüflü Ağalar ve Pars Kethüdası, Koca Sinan
Paşa’nın koluna girip Arz Odası’ndan çıkardılar. Has Odanın yanından Dördüncü
Avlu’ya geçtiler. Paşa eller üzerinde Başlala Kulesi’ne götürüldü.
Hekimbaşı’nın gösterdiği bir sedire yatırıldı, kefen olacak bezi sarılı
kallavisi başucuna kondu. Hekimbaşı tarafından muayenesi sonucunda “Paşa’yı
ilkyaz nedeniyle hava değişimi çarpmıştır, bu öğlen de epeyce sıcaktı!...”
denildi ve çiçek sularından hazırlanmış bir içecek yavaş yavaş içirildi.
Paşa akşamüzeri gözlerini açtığında Hashüs’ün yüzünü gördü. Başını bir
yastıkla yükselttiler.
Hashüs, Paşasının fenalaştığını işitince hemen koşup gelmiş, Başlala
Kulesinde onu bulmuş, başında beklemeye başlamıştı.
Koca Sinan Paşa fısıltılarla duraklaya duraklaya konuşmaya başladı: “Ben
bu yüreğimdekine nasıl takat getiririm Hashüs?” dedi. Anasının memesini arayan domuz yavrusu
gibiydi Hashüs, kafasını Paşa’nın omzuna, sakallarının arasına gömdü ve
dinlemeye hazırlandı.
“Bugün 3 Nisan 1956, Çarşamba... Biliyor musun?
Hiç
halim yok... Yaşlılıktandır deme, yaşlanmak yaşamanın bedeli!... Malkara’da
kalsak daha iyi mi olurdu? Bilemiyorum... Gömüyü de orada çiftlikte bıraktım,
hiç kullanamadım. Dörtyüzbin altını beşinci kez sadrazam olmak için Yahudi Kira
Kadının oğlu İlyas Efendi’ye verdim. O da Safiye Sultan’a verince sadrazam
oldum. Ulaşamadığım şeyler beni hep kendine çekti... Arz Odası’ndaki Sultan
gibi hiç olamadım... O tahtı, örtüleri görünce yüreğim büyüdü, tıkadı beni...
Niye ben, ben...”
Hashüs,
fısıltıların devamını beklerken Koca Sinan Paşa’nın derinden nefes verdiğini ve
bir daha nefes almadığını duydu. Paşa’nın yanından sakince kalktı, Başlala
Kulesinden çıktı, İlyas Efendi’yi aramak için Üçüncü Avlu’ya doğru yürüdü.
Hüseyin
Kenan GÖREN