4 Temmuz 2010 Pazar

TÜRK! TELEKOM

Aldığımız nefesin bile kayıt altına alındığı günleri yaşıyoruz. Bilgi çağının digital ortamı buna olanak sağlıyor.
Telekom’un stratejik bir kurum olması önemini daha da arttırıyor ve özelleştirilmesinin yanlışlığı ile uğradığımız zarar gittikçe artıyor.
Telekom’u ve benzeri kamu kuruluşlarını haraç-mezat satanları, oy vererek iktidara taşıyanları “hayırla” anıyoruz.
Hele de telefon faturalarımızda konuşma ücretlerinin yanında her ay yirmi lira sabit ücreti içimiz yana yana öderken...
On altı milyon beş yüz bin adet sabit hat varmış. Yani telekomun kucağına atılan, telefon bağlı ev ve işyerinde yirmi lirayı her ay ödeyen hane sayısı on altı milyon beş yüz bin adet...
İlginç rastlantı; 2007 seçimlerinde AKP’nin aldığı oy sayısı kadar... Tepsiyle peşkeş!
Telefon faturalarımız sadece sabit ücretten oluşmuyor, görüşmeler de katılıyor vergilerle birlikte cep yakacak düzeye geliyor. Sabit ücret elli lira olsa kim karşı çıkacak?
Türk Telekom, 2005 yılında altı buçuk milyar dolara satılmıştı Oger firmasına.
Oger’in Lübnanlı olduğunu duymuştuk ama Suudi, İtalyan, Türk; yani biraz karışık yapılı bir satış olmuştu.
İki-üç yılda AKP hükümetine verdikleri parayı bizlerden toplayıverdiler.
Kaliteli hizmet mi? Nerde...
Bir şikayetiniz olup da aradığınızda sizi oradan oraya nakleden bir elektronik sistemle boğuşuyorsunuz.
Halen internet pazarının %97’si Türk Telekomun kontrolünde. 6.5 milyon adsl abonesi var.
Türk Telekom’un kağnı hızındaki adsl bağlantılarına verdiğimiz ücrete, elin Fransızı kırk kat daha hızlı internet bağlantısı alıyormuş. Üstelik ödediği ücrete internet üzerinden limitsiz telefon konuşması, yüzlerce tv ve radyo kanalı da dahilmiş.
Yoksa Telekom satışı bir kurgu mu? Telekom derin devlet mi? Telekom örtülü ödenek mi?
Şimdi tarife zamanı...

SİVAS'IN ANISINA...

Tüm canlar ayağa kalkıp el ele tutunarak geniş bir daire oluşturdular. Ortalarında hızla dönen Dedelerin çevresinde, onlarla gönül birliği etmişçesine hep bir ağızdan okudukları gülbenk ile yavaş yavaş dönüyorlardı.
“Gel bize deli diyenler
Nasihat heyleyenler
Can verdim canan buldum
Geçtim ben bu canımdan
Hühailahe illallah lailahe illallah...”
Onların ortasında, onlardan daha hızlı dönüyor, nefesleri tükenircesine yürekten bağırıyordu Dedeler. “Hü Allah, hü Mevlam, hü Dost...”, “Hü aşkıyla, hü sıtkıyla, hü dost...” Bir nefeste çıkan her kelimede gittikçe hızlanan bir uyumla sağ ayaklarını yana atıyor, öteki kelimede de sol ayaklarını arkaya çekiyorlardı. Dedelerin kolları enselerinden kenetlenmiş, başları öne eğik hızla dönüp duruyorlardı. Kendilerinde değildiler. Benlikleri yok olmuş, iki dünya arasında kalmıştılar. Birinin kolları diğerininkinden sıyrılsa dağılıp uzunca süre kalkmamacasına yerlere düşecek gibiydiler.
Kollarına asılı peşkirleri ile duvar kenarında hazırda bekleyen üç görevlinin dışında salonda herkes boş bulduğu yere bağdaş kurmuş, oturmuştu. Cem’e girilen giysiler sofraya oturana kadar çıkarılmaz; ne bir şey yenir, ne de içilirdi. Mumlar, idare kandilleri içerisini aydınlatmaya yetmiyordu. Dedebaba’nın arkasındaki duvarda raf üzerinde kitaplar, kitapların yanında da asılı çeşitli boylarda üç bağlama durmaktaydı. Topluluğa hizmet edenler üç el dem sunma işinin aralarında kavrulmuş kurban ciğeri ve karabiber, soğanla ovuşturulmuş “Cebrail eti”ni meze olarak dağıtmışlardı. Cebrail, “Balım Sultan”sız hiç olmazdı. Dedebaba’nın sözleri odadakilerin gönül gözlerini açmış, her şeyi daha iyi görmelerini sağlamıştı:
“Bizim dinimiz sevgidir, muhabbettir. İlkelerimiz yaşamımızı düzenler. ‘Ademe muhabbet’, insanı sevmedir. ‘Dem’e muhabbet’, olgun insanın sözüne, sesine, soluğuna değer vermedir. ‘Nur’a muhabbet’, aydınlığı sevme, karanlıktan uzak durmaktır...”