29 Haziran 2016 Çarşamba

PASLI TENEKE


Bizim şu başkan bi alem adam!..
Başkan bize bir şeyler anlatıyor ama biz anlamıyoruz. Kaç kez oldu, üzüyoruz adamcağızı!..
Burgaz’a ödüllü tesisler kazandırıyor, biz beğenmiyoruz. Pazaryeri (her ne demekse-) Semt Merkezi yaptı, bir yığın eleştri… Oto satış sitesi yaptı, bir sürü laf… Atık Su Arıtması, İstanbul Caddesi yayalaştırması, hamamı, parkı…
Her yaptığının altında bir art niyet arıyoruz.
Otogarı süsledi ya, işte bu kez Selimiye’deki Sinan’ın ters lalesi gibi oturttu çiviyi bağrımıza. Paslı tenekeden saat kulesini dikti gözümüzün önüne…
Altı ayda bir dağıttığı üç aylık “kendi kendimi” dergisini boş verin, çıkarabilseydi günlük gazetesini anlatacaktı düşüncelerini bir bir…
Bizdeki de merak işte, “paslı teneke” merakı!..

Aziz Nesin’in bir öyküsü geldi aklıma, “Hazinedeki Paslı Teneke” öyküsü…

Öyküye göre ülkenin birinde açlık ve yoksulluk üst sınırda olmasına karşın, başta hükümdar olmak üzere devlet büyükleri hatta bütün halk, atalarından kalan bir kutsal emanetle övünür, sefilliklerini bu manevi mirasla gizlerlermiş. Ne olduğu kimse tarafından bilinmeyen bu kutsal emanet, hazinenin kırkıncı odasında saklanır ve gözü pek askerler tarafından korunurmuş. Üstelik her yılbaşında başta hükümdar olmak üzere ayrıcalıksız herkes bu emaneti canı pahasına koruyacağına dair yemin edermiş.

Gelgelelim hükümdarın içi kaynıyormuş bu gize ulaşabilmek için. Bir akşam muhafızların önünden gülümseyerek geçmiş ve hazineye girerek kırkıncı odaya ulaşmış. Birbiri içerisindeki kırk kutuyu açmış ve gözleri yerinden çıkacak gibi olmuş. Şimdiye kadar yeryüzünde eşine rastlamadığı parlaklıkta adeta güneş gibi bir elmas görünce haliyle niyetini de bozmuş. Kendi kendine, nasıl olsa demiş kimse kutsal emanetin ne olduğunu bilmiyor, bunu alır yerine altın bir parça koyarsam hiçbir şey değişmez. Tıpkı düşündüğü gibi yapmış; fakat aradan birkaç gün geçince “ya benim çaldığım anlaşılırsa” diye kuşkuya düşmüş ve bir buyruk yayımlayarak kutsal emaneti koruma andını ikiye çıkarmış.

Yemin sayısındaki bu artışa bir anlam veremeyen sadrazamın içine bir kurttur düşmüş, o da dayanamamış; sadrazam ya, muhafızlar ne diyebilir... Girmiş hazineye açmış kutuyu, çalmış altını, koymuş gümüşü. Tıpkı padişahta olduğu gibi bir korku sarmış sadrazamı da, ya onun çaldığı anlaşılırsa? Çözüm kolay, padişahın da onayını alıp kutsal emaneti koruma yeminini yılda dörde çıkartmış.

Öykünün tamamına gerek yok, aynı heyecanı vezir ve subaşı da yaşayınca and her sabah içilmeye başlanmış. Halk, yemin etmesine ediyormuş ama onlar da ölümleri pahasına koruyacakları bu mirasın ne olduğunu iyiden iyiye düşünmeye ve meraklarını dillendirmeye başlamışlar. Hükümdar boş durur mu? “Kutsal emanetin ne olduğunu görelim” diyen herkesi mirası küçümsemekle itham etmeye ve özel bir mahkemede ölümle yargılatmaya başlamış.

Öldürmekle iş bitmiş mi? Bitmemiş işte. Günün birinde ölümü göze alan biri, gizlice hazineye girmeyi başarmış, kutsal emaneti almış almasına da çıkarken muhafızlara yakalanmış. Adamın elinde son hırsızın koyduğu paslı bir teneke olduğu halde huzura getirilmiş. Subaşı tenekeyi görünce kutsal emanet bu değil!..diye haykırmış. Aynı tepki sırasıyla; vezir, sadrazam ve hükümdardan da gelmiş.

Elinde paslı tenekeyi tutan adam, “Kutsal emanetin bu olmadığını siz nereden biliyorsunuz, peki bu değilse ne?” deyince hırsızlar zavallıyı oracıkta boğdurmuşlar. Ardından da kutu kutu içinde, kırkıncı kutuya koyup kırkıncı odaya kilitlemişler. Eeee sonrası? Sonrasında bütün halk kutsal emaneti koruyacaklarına dair sabah, öğle ve akşam and içmeye başlamışlar.


 Haa, resmin arka planındaki avm değil derdim, o sonra...