Bizim şu başkan bi alem adam!..
Başkan bize bir şeyler anlatıyor ama biz anlamıyoruz. Kaç
kez oldu, üzüyoruz adamcağızı!..
Burgaz’a ödüllü tesisler kazandırıyor, biz beğenmiyoruz.
Pazaryeri (her ne demekse-) Semt Merkezi yaptı, bir yığın eleştri… Oto satış
sitesi yaptı, bir sürü laf… Atık Su Arıtması, İstanbul Caddesi yayalaştırması,
hamamı, parkı…
Her yaptığının altında bir art niyet arıyoruz.
Otogarı süsledi ya, işte bu kez Selimiye’deki Sinan’ın ters
lalesi gibi oturttu çiviyi bağrımıza. Paslı tenekeden saat kulesini dikti
gözümüzün önüne…
Altı ayda bir dağıttığı üç aylık “kendi kendimi” dergisini
boş verin, çıkarabilseydi günlük gazetesini anlatacaktı düşüncelerini bir bir…
Bizdeki de merak işte, “paslı teneke” merakı!..
Aziz Nesin’in bir öyküsü geldi aklıma, “Hazinedeki Paslı
Teneke” öyküsü…
Öyküye göre ülkenin birinde açlık ve yoksulluk üst sınırda
olmasına karşın, başta hükümdar olmak üzere devlet büyükleri hatta bütün halk,
atalarından kalan bir kutsal emanetle övünür, sefilliklerini bu manevi mirasla
gizlerlermiş. Ne olduğu kimse tarafından bilinmeyen bu kutsal emanet, hazinenin
kırkıncı odasında saklanır ve gözü pek askerler tarafından korunurmuş. Üstelik
her yılbaşında başta hükümdar olmak üzere ayrıcalıksız herkes bu emaneti canı
pahasına koruyacağına dair yemin edermiş.
Gelgelelim hükümdarın içi kaynıyormuş bu gize ulaşabilmek
için. Bir akşam muhafızların önünden gülümseyerek geçmiş ve hazineye girerek
kırkıncı odaya ulaşmış. Birbiri içerisindeki kırk kutuyu açmış ve gözleri
yerinden çıkacak gibi olmuş. Şimdiye kadar yeryüzünde eşine rastlamadığı
parlaklıkta adeta güneş gibi bir elmas görünce haliyle niyetini de bozmuş.
Kendi kendine, nasıl olsa demiş kimse kutsal emanetin ne olduğunu bilmiyor,
bunu alır yerine altın bir parça koyarsam hiçbir şey değişmez. Tıpkı düşündüğü
gibi yapmış; fakat aradan birkaç gün geçince “ya benim çaldığım anlaşılırsa” diye
kuşkuya düşmüş ve bir buyruk yayımlayarak kutsal emaneti koruma andını ikiye
çıkarmış.
Yemin sayısındaki bu artışa bir anlam veremeyen sadrazamın
içine bir kurttur düşmüş, o da dayanamamış; sadrazam ya, muhafızlar ne
diyebilir... Girmiş hazineye açmış kutuyu, çalmış altını, koymuş gümüşü. Tıpkı
padişahta olduğu gibi bir korku sarmış sadrazamı da, ya onun çaldığı
anlaşılırsa? Çözüm kolay, padişahın da onayını alıp kutsal emaneti koruma
yeminini yılda dörde çıkartmış.
Öykünün tamamına gerek yok, aynı heyecanı vezir ve subaşı
da yaşayınca and her sabah içilmeye başlanmış. Halk, yemin etmesine ediyormuş
ama onlar da ölümleri pahasına koruyacakları bu mirasın ne olduğunu iyiden
iyiye düşünmeye ve meraklarını dillendirmeye başlamışlar. Hükümdar boş durur
mu? “Kutsal emanetin ne olduğunu görelim” diyen herkesi mirası küçümsemekle
itham etmeye ve özel bir mahkemede ölümle yargılatmaya başlamış.
Öldürmekle iş bitmiş mi? Bitmemiş işte. Günün birinde ölümü
göze alan biri, gizlice hazineye girmeyi başarmış, kutsal emaneti almış
almasına da çıkarken muhafızlara yakalanmış. Adamın elinde son hırsızın koyduğu
paslı bir teneke olduğu halde huzura getirilmiş. Subaşı tenekeyi görünce kutsal
emanet bu değil!..diye haykırmış. Aynı tepki sırasıyla; vezir, sadrazam ve
hükümdardan da gelmiş.
Elinde paslı tenekeyi tutan adam, “Kutsal emanetin bu
olmadığını siz nereden biliyorsunuz, peki bu değilse ne?” deyince hırsızlar
zavallıyı oracıkta boğdurmuşlar. Ardından da kutu kutu içinde, kırkıncı kutuya
koyup kırkıncı odaya kilitlemişler. Eeee sonrası? Sonrasında bütün halk kutsal
emaneti koruyacaklarına dair sabah, öğle ve akşam and içmeye başlamışlar.
Haa, resmin arka planındaki avm değil derdim, o sonra...