18 Aralık 2011 Pazar

DEVİR VE ÖTESİ

“Taştan mantar tarlası;
Çok yaşasın ölüler…”
İnsan şaşılası yaratık! Nereden aklına gelir; böyle bir yerde, böyle bir şiir?
Geliyor işte…
Arif Dino, bu dizeleri söylediğinde Cahit Irgat böyle mi bakmıştı?
Kuşkusuz, Cahit Irgat’ın karşısında, böylesi bir imam da yoktu…
Üzgündü. Amacı, çevresindeki insanlara şaşırtıcı olmak da değildi... Ona neden öyle baktılar ki?
Hatır sayıp oldukça kalabalık gelmiştiler ve yaşadıklarını sorgulamadan, bir an önce görevlerini bitirip, ürktükleri bu yerden hemen gidecektiler.

İmam, öğlen namazını kıldırıp geldi, görünüşe göre yorulmamıştı. Başını sağa sola sallayarak, ağzından tükürükler saçarak yakarıyordu. Sanki elindeki görünmez değnek, çevresinde elini açıp başını eğen herkesin kafasına vurabilecek kadar uzun ve kalındı…

Yoksa kolay mıydı, bunca insanın yüreğine korku salabilmek?

Babasının yanına açılmıştı annesinin gömüt çukuru. Onu da ittiler soğuk ve nemli çukurun içine. Elindeydi annesi, yerleştirdi toprağa…

Herkes görevini yaptı. Kaba toprağa saplı küreği alan, çukura birkaç kürek toprak attı ve sessizce yere bıraktı. Saygıyla vedalaştı toprağa verdiğiyle ve kenara çekildi.

Her zaman buralara başat olan kuşların seslerini bastırmıştı; kazıyarak doldurulan küreğin sesi, çukurun dibine dizilen tahtalara çarpan toprak sesi ve imam sesi…

Yıllar önce ölmüştü babası. Başucundaki göklere değen servi yıllardır kökleriyle sarıldığı babasının cansız bedeninden beslenmişti.

İşte anne de geldi; daha bir boy atacaktı, “gen kardeşi servi”…

Bedrettin mi demişti: “yeniden diriliş” böyledir diye…

Peki, çukurun başında feryat figan yakaran imam bunu bilir mi?

Bilmez… Bilse; göçer onun “ruhlar alemi”…

“Ruh alemi”nin peşi sıra da, çevresindekilerin batıl inançlarını çıkarına dönüştüren yaşam biçimi…

Topluluk dağıldı. İmam, çukurun kapatılmasıyla uzun bir tümsek kalan gömütün başına çöktü; fısıltıyla yakarısını sürdürüyordu ki, üzerine takılan bir çift gözün ayırtına vardı. Gözlendiğini anlaması ile gösterişe başladı. Arada sırada havaya üflüyor sonra da kırçıllı sakalını sıvazlıyordu.

Çevrelerinde kimse kalmamıştı.

Cebindeki zarflardan birini çıkardı. İmam’a doğru birkaç adım attı ama bir süre daha onu rahat bırakmasının doğru olacağı düşüncesiyle bekledi.

Zarfı göz ucuyla gören imam yakarışını keserek çöktüğü yerden ayağa kalktı. Cübbesini, kafasındaki sarığı düzeltti; kafasıyla “gel” işareti yaptı.

“Zahmet etmeseydiniz!” derken cübbenin cebini açmıştı. Zarf cebine girerken de çevreden duyulmasından korkar gibi fısıltıyla sordu:

“İskat devrine oturacak mısın?”

Yanıtını beklemeden de kafasını yan eğerek fısıldamasını sürdürdü:

“Rahmetlinin kafa kağıdını al, gel; ikindiden sonra halledelim!...”

Döndü, kısa adımlarla akar gibi gitti.

Ne demek istemişti, İmam?

Örümcek ağına düşmüş sinek gibiydi. Dayatılanın ayırtına varmıştı. Yüreği büzüştü; derin bir nefes aldı, yürüdü...

Erkekler çekilince, uzakta duran kadınlar taze gömütün çevresini sardılar. Sessizdiler.

Eşinin, onların yanından ayrılıp yolda ona yetiştiğini, yanına sokulduğunda anladı. Eve doğru suskun ilerlediler.

Baba ocağının bulunduğu köyden, geçim derdi nedeniyle yıllardır ayrıydılar. Her gelişlerinde ne kadar yabancılaştıklarını görüp, bir an önce yaşadıkları kente dönmek isterlerdi. Şimdi yine aynı duyguları sessiz de olsa paylaşıyorlar.

Baba ocağı kalabalıktı. Konu komşu, eş dost, akrabalar…

“İmam, ikindi namazı sonrasında beni çağırdı” dedi, eşine. “Devir mi, iskat mı bir şeyler isteyip istemediğimi sordu” derken, yanlarına yanaşan bir dostları konuşmayı duydu.

“Sakın üstlenme ha, benim emekli ikramiyem gitti kayınpederimin devrine”…

“Nedir olay? Bilgimiz yok” deyince de, aydınlatmaya uğraştı: “Hakkın rahmetine kavuşmuş kişinin varsa kılmadığı namazlar, tutmadığı oruçlar karşılığında…”

İmamın çağrısının nedeni o an anlaşıldı.

Annesinin kimlik belgesini alıp ikindi namazı sonrasında köy camisine gitti. Üç beş kişi kapıdan çıkıyordu ki, o camiye girdi. Dışarının sıcağı yoktu içeride; serin, nemli, ağır kokulu loş bir hava vardı. İmam cübbesini ve sarığını asıp dönünce onu gördü. Girişin yanında küçük bir odanın kapısını açıp buyur etti.

İçeride çevresinde dört tahta sandalye bulunan üzerindeki sinek pislikleri belli, plastik bir masa ve ayakta onları bekleyen biri var.

Sessizce, odaya girenleri beklediği anlaşılıyor. Onlara doğru bir iki adım attı, tokalaşmak için iki elini birden uzattı, selamlaştılar.

İmam, Kabasakallıyı tanıştırmak için “Hoca efendi ilçeden…” dedi ve masaya oturur oturmaz üzerinde çoğu silinmiş iri rakamları olan hesap makinesini önüne çekti.

“Bunu da değiştirmek lazım, iyice eskidi” dedi, pişkince sırıtarak. “Basınca çift yazıyor bazen… Toplama, çarpmada iyi de; bölme yaparken zarar!”

Kabasakallı duymazdan geldi. Ağırlığını duyumsatmak ister gibi konuşmaya başladı:

“Validenizi ebediyete intikal eylemişsiniz. Allah mekanını cennet eyleye… Mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekandır, bir tahvil-i vücuttur…”

Belki daha uzun sürecekti bu konuşma. “Sağ olun!” diyerek, Kabasakal’ın sözünü kesti ve annesinin nüfus kağıdını İmam’a uzattı.

İmam konuşmaya niyetlenmişti ki, Kabasakal lafı çaldı: “İyilikler, kötülükleri siler der, Hud süresinin 114. Ayeti… Ne demektir bu? Kötülükler ne? Efendi, kılınmamış namazlar, tutulmamış oruçlar, verilmemiş zekatlar, kesilmemiş kurbanlar kötülüktür. İyilik yapılacak ki, kötülük silinsin. Hakkın rahmetine kavuşmuş kişinin geride bıraktığı mal varlığı, yapılması gereken iyiliğin kaynağıdır. Şayet varis yoksa malın tamamından ıskatı yerine getirilir… Validenin varisi sensin, bu durumda geriye bıraktığı mirasın üçte biri…”

İçi kaynamaya başladı. Anlamıştı ama dinlemekten sıkıldığı sözleri önlemek için, “Benden ne istiyorsunuz?” diye sordu.

İmama bakarak sorduğu için o yanıtladı: “Validenin ruhunun huzurda olması için, cenab-ı hakka affı için dua et. Dua ederken de bıraktığı malın bir kısmını fakirlere bırak. Fakiri ben bulurum. Sen bana ver sarı liraları, gerisini düşünme…”

Sonuca bu kadar kestirmeden gidilir işte! Kabasakal gibi dilinde lafı dolandırmıyor, İmam…

Erken ölene de kızar bunlar. Baksana nasıl bakıyorlar birbirlerine; öbürünün yüzünden cennete girme şansı azalıyormuş gibi…

“Tamam” dedi: “Siz bana ne kadar sarı liraya, annemin ruhunu huzura kavuştururum onu söyleyin!”

Hesap makinesi kapışıldı. En son Kabasakal’ın elinde kaldı. Nüfus kağıdı arandı. Doğum tarihi bulunurken bir yandan da bilgi veriliyordu: “Devir yapmak için bir aylık, bir senelik iskat için lazım olan altın liralık veya beşibiryerde veya bilezik, yüzük veya gümüş… Ölen erkek ise on iki yıl, kadın ise dokuz yıl düşerek kaç yıl borcu olduğu hesaplarız… Bu müddet zarfında namazlarını kılmış olsa bile bunların edası esnasında noksanlıklar olabileceği mülahazasıyla namazların tamamı için fidye verilmesi tercih olur… Ha, bir aylık Ramazan orucunun iskatı da bir altındır…”

Kabasakal çok önemli bir şey unutmuş gibi İmam’ı dürtüyordu: “vitir namazı ile beraber günlük altı vakit olarak hesaplayacağız, ona göre”…

Ne kadar da inanıyorlardı kendilerine? Yaşama biçimleri, körü körüne inanma temeline dayanıyor besbelli…

Onlara inanmayanlar, deli...

Masa üzerindeki tüm kağıtlar hesap kitap işleri yüzünden karalandı.

Burada işlem daha uzun sürecek gibi…

Ya öbür taraf? Telaşlı bir günün ardından baba ocağındaki üzüntülü havayı kestiriyor ve içi bulanıyordu. Issız kalabalığı oluşturan soğuk matemli suratlar, başörtülü kadınların hiç bitmeyecek yemek telaşı…

Şimdi masaya şaplağını vurup, “Efendiler, siz bana kilolarca altın çıkartıyorsunuz, şunu makul bir miktara düşürün de anlaşalım!” deseydi masadakiler birbirlerine bakarak kalemi, hesap makinesini bırakırlar mıydı? “Mirasın üçte biri demiştiniz ya; onu hesaplayalım olsun bitsin bu iş” diyerek, önerisini sürdürseydi…

“Doğru” derdi, Kabasakal.

“Rahmetlik ne bıraktı size, onları söyleyiverin?” diye soruverirdi İmam.

Üç saat sonrasını düşündü; eşinin “Altınla cennet kazanılsaydı, kefenin cebi olurdu” deyişini…

“Takma kafana!” diyecekti eşine, “ Bu sarı liralar Tahtakale’de avuç avuç…”