8 Eylül 2017 Cuma
“ULUSAL ÖZENTİ”, KAFDAĞI’NIN ARDINDA…
Baksana şu çocuğa !..
Haritayı kapmış,
nefes nefese: “Kafdağı’nın ardını bana gösterir misin?” diyor.
Şüpheyle bakmayı öğretmeyi
mi, masalların dozunu mu ayarlayamıyoruz?
Hayır, yakınmıyorum.
Aslında eğitim sürecinde hiç ayar istemez bu iki konu. Üstelik ne kadar bol
verilirse o kadar geleceğe yararlı.
Gürcistan turunu
tasarladığımızda en büyük heyecanım bu idi. Kafdağı’nın ardını görecektim.
Kim bilir, nasıl
düşlemiştim oraları. Nasıl bir merak oluşmuştu belleğimde?
O gün, Batum’dan
Tiflis’e yol alırken bu merakımı gidereceğimi düşünerek daha başka baktım
yollara.
Masallardaki bulutları
delen ucu karlı dağları, Anka Kuşu’nun yuvasını göremedim. Batum’dan bir orman
denizi içinde başlayan yolculuğum pulluk bekleyen topraklarda sürdü ve işlenmiş
verimli tarlalarda bitti.
Gezi anılarımdan belleğimde
kalan tortu; buruk duygularla baktığım, yaşamın bir anda bittiği belli olan
terk edilmiş topraklardı.
Sarp Sınır
Kapısı’ndaki yoğunluk nedeniyle güneş battıktan sonra Gürcistan’a geçebildik.
Dar ve kalabalık yolda Batum’a ilerlerken karanlık iyice bastı. Okaliptüs
ağaçlarının arasında uzanan 17 km’lik yolun kenarında önü Türk plakalı
arabalarla dolu ışıklandırılmış eğlence-kumar yerleri var. Yeşilliklerin
arasındaki evlerin cılız ışıkları dışında araç farları yolu aydınlatıyor.
Bir anda cıngıl-çakar
ışıklandırılmış yüksek binaların arasındayız. Batum’a geldik.
Kentin karanlık
arka mahallelerinin aksine parlayıp sönen renkli ışıklarıyla göz kamaştıran
koskoca bir “lunapark” içindeyiz. Bu yüksek binaların arası son model arabaların
doldurduğu geniş caddeler, bir yerlere gecikmiş gibi koşturan modern giyimli
gençlerle dolu.
Sabah uyanınca
Batum’un gerçek yüzünü gördük.
Biricik
balkonlarında çamaşır serili olan kutu gibi evlerin oluşturduğu Sovyet
döneminden kalma güzelduyu yoksunu apartmanların aralarında geniş yollarda
ilerleyen minibüsler, halk otobüsleri… Yollar yine bir yerlere yetişmeye
çalışan orta yaşlı insanlarla dolu. Geceki hareketlilik yine var, ama sınıf
değiştirmiş.
Batum, Külkedisi
Sindirellaların yaşadığı postmodern bir kent.
Gece yollarda
gördüğümüz, ülkeye nasıl girdiğini merak ettiğim son model yabancı arabalar
yıkılmış apartman arsalarından oluşan parklara çekilmiş. Yollarda tek tük
görülen kapalı kasa kamyonetler Türkiye’den gelen tüketim malzemelerinin
resimleriyle kaplı.
Çimento kokan
kentin dört bir yanını yeni yapılmış yüksek yapılar kaplamış. İlginç mimari
uygulamaların yanı sıra, 13. yy.’a benzetilerek dikilen yapılar da var; üstelik
büyük çoğunluğu daha hizmete açılmamış. Atina’daki Akropolden esinlenilmiş
Batum Opera Binası’na doğru giderken ters yapılmış bir binanın arkalarında 18.
katına dönme dolap monte edilmiş bir apartman görmek sizi şaşırtmamalı.
Bence bu garip
yapılar, büyük bir “ulusal özenti”yi anlatmakta...
Batum, geniş
caddelerin ulaştığı, yeni imgeyi gösterme amacıyla dikilen yeni heykellerle
süslü geniş parklarla dolu. Kurutulan bataklığa bu parklar yapılmış.
Değişmemeli elbet
ama yüzyıllık Sinop türküsü artık; "Ben giderim Batum’a, kurutulan batağına”
diye söylenebilir.
Kültür köklerini
özendikleri yöne çevirmek istiyor Gürcüler, bu nedenle Altın Post Efsanesi’ne
dört kolla sarılmışlar. Tiyatro Meydanı’nda Poseidon Heykeli, Avrupa Meydanı’nı
süsleyen ‘altın postu elinde tutan’ Medea Heykeli…
Bu görüntü,
“ulusal özenti”nin Batum’daki onca yoksulluğa karşın tartışılması gereken
ilginç sonucu bence…
Giderseniz, Ali
ile Nino’nun aşk heykelini görmeden Batum’dan ayrılmayın. On dakikada bir
değmeden birbirinin içinden geçen iki metal insan figürü; öykülerini öğrenince
daha da ilginç...
Batum
ekonomisinin turizme dayandırıldığı apaçık ortada; turizm politikasının
silahları ise casinolarla, ‘Gürcü kızları’…
Batum’un deniz
kıyısı bizim Karadeniz yakasına hiç benzemiyor. Yedi km.’lik kumsal büyük
otellerce parsellenmemiş, denizin doldurulması da yok. Denizler halka açık.
Gürcistan bir ‘Demokratik
Cumhuriyet’. İdari yönetim birimleri, başkent Tiflis olan 9 bölge, dokuz şehrin
yanı sıra Abhazya Özerk Cumhuriyeti ve Acara Özerk Cumhuriyeti’nden oluşmakta.
Büyüklük olarak Başkent Tiflis, Kutaisi ve Rustavi’den sonra ülkenin 4.
büyük şehri olan Batum, Acara Özerk Cumhuriyeti’nin başkenti.
Küresel sömürgen
öldürmemiş. Bölerek güçsüz kılmış, süründürüyor.
Batum’u
çevreleyen ormanlarla kaplı dağlara tırmanırken çeyrek asırdır hiç değişmediği
belli olan Gürcistan’ın iç bölgelerine gidiyoruz. Doğa öyle güzel korunuyor ki,
yollarda tarım ilaç ve gübrelerin zararlarını anlatan ilan panolarını görmek
beni sevindiriyor.
Dağlık alandan
uzaklaştıkça hiç sürülmemiş verimli topraklardan geçiyoruz. Yol kenarında
gördüğümüz insanlar ve köyler zamanı geriye döndürüyor. Yol ortasında ağır
hareketlerle bekleyen ineklerle karşılaşmaya çabucak alışıyorsunuz. Yollarda
serbestçe dolaşan ineklere çarpmanın büyük cezaları varmış. Hindistan’dan sonra
ineklerin en çok rahat ettiği ülke burası olmalı. İneklere olan bu ayrıcalıklı
tutum eti ve sütü için, inanç temelli değil.
Karayolu ülkenin
hemen hemen her yerinde, demiryolu ile bir nehrin yanından saç örer gibi
gidiyor. Binmedim, uzaktan gördüğüm kadarıyla büyük kentler arasında işleyen
elektrikli trenler modern ve hızlı…
Büyük kentlerde
çılgın ve güvensiz bir araç akışı var ama kentler arası yollarda trafik yoğun
değil. Yaz başında yapılan yüklü zamma karşın akaryakıt fiyatları bizdekinin
yarısı kadar imiş.
Damları teneke
kaplı, bahçeli, gecekondu gibi evlerin arasından girdik Kutaisi’ye. Geniş yol kenarlarında
Sovyetler zamanından kalma apartmanlar bir anda artıverdi.
Rus devriminin
coşkulu şairi, Nazım’ın dostu Mayakovski lise yıllarında burada yaşamış.
Kutaisi’yi çok
sevdim.
Gözünüzü kapatıp kent
meydanındaki mcdonalds’ı kaldırın; o uyduruk, altın suyuna batırılmış mitolojik
çifte atın yerine Lenin Heykeli’ni de diktiniz mi Sovyet döneminde yaşadığınızı
düşünebilirsiniz.
Kent içindeki
geniş yollar, heykellerle bezenmiş kalın ağaçların gölgelendirdiği parkların
yanından geçerek geniş meydanlara çıkıyor. Sovyetlerden kalma çok katlı olmayan
kültür yapıları meydanların çevresini süslüyor.
Bu eski yapıların
altında yol boyunca kaldırımlarla bütünleşen koridorlar var ve koridorlarda
sergiler kurulmuş. El yapımı sanat ürünleri ve eski kitaplar satılıyor. Rusça, Gürcüce,
Azerice, Ermenice... Türkçe ve Osmanlıca bulamadım.
Çılgınca akan bol
sulu Rioni Nehri kenti ikiye bölüyor. Kutaisi’de nehrin üzerinde sekiz tane
köprü var.
Kutaisi’deki insan
kalitesi, eskiyi koruyarak kenti yenileştirme çabalarında görülüyor.
Sovyetler
döneminde altı yüz bin insanın yaşadığı kamyon, traktör üreten ağır metal
sanayi merkeziymiş Kutaisi. Sovyetlerin dağılmasından sonra insanlar da
dağılmış. Şu anda ülkenin ikinci büyük kenti ve yaşayan insan sayısı iki yüz
binin altına inmiş.
Fabrikalar
mezarlığı...
Böylesi güçlü üretim
bir anda nasıl kesilir? Akıl alır gibi değil!.. Acımasız küresel sömürgenin
çıkarı için yapmayacağı kötülük yok.
Fabrikalar mezarlığı yalnız Kutaisi içinde ve
çevresinde değil. Tiflis’e doğru yol aldıkça küçüklü büyüklü birçok kasabada çeyrek
yüzyıldır bacası tütmeyen pas içindeki sanayi cesetlerini gördük. Evler ve
insanlar gri, bu kasabalarda zaman durmuş…
Evlerin hepsi
bahçeli ve önden merdivenle çıkılan iki katlı. ‘Yıllardır insan yaşamıyor’
duygusu veren bu solgun evlerde ya çok mutlu, ya da bezgin, yoksul, güçsüz
yaşlı insanlar var. Ev ve bahçe duvarları sıvasız, bahçeler çiçeksiz ve
bakımsız. Bu verimli topraklarda yaşayan insan, bahçesine emek verip niçin güzelleştirmez?
Kendiliğinden meyve veren ağaçların dışında tek tük üzüm bağları var, oysa yaşamın
kaynağı su her yerde…
Gürcistan’da
güneye indikçe mısır ve buğday tarlaları, üzüm bağları artıyor. Köyler bakımlı,
köy içi yolları cetvelle çizilmiş gibi…
Başkente
yaklaştıkça barajlardan, hes’lerden enerji taşıyan direkler daha da artıyor.
Gürcistan içinde Batum’dan
çıktığımızdan bu yana geçtiğimiz köylerde yolun iki yanından bizi izleyen sarı boyalı
-bazen paslı- bir boru var. Ev girişlerinde yukarıya yükseliyor, yol
ağızlarında da yolun altına giriyor. Bunlar en uzak köylere kadar uzatılan doğal
gaz boruları imiş ve bizdeki doğalgazın üçte bir fiyatına soğuk kış aylarında
Gürcüleri ısıtıyormuş.
8 Ağustos günü
Gori’den geçerek Tiflis’e gittik. Geçtiğimiz kent ve kasabalarda tüm bayraklar
direklerinde yarıya indirilmişti. Sorup soruşturduğum halde, o an kimseden
yanıt alamadım. Oysa 8 Ağustos 2008 günü Rusya, tanklar ve uçaklarla Gürcistan’a
saldırmış ve iki bin kişi saldırıda ölmüş. Bayraklar bu olayın yıldönümünü anma
amaçlı yarıya indirilmiş.
Paslanmış,
yıkılmış fabrika kalıntılarının bulunduğu bir diğer şehir, Gori. Stalin, burada
doğup büyümüş ve bu kentte ilahiyat eğitimi görmüş.
Yaşadığım yerden
fazlasıyla hoşnutum, olacak şey de değil ama yine de gezip dolaştığım yerlerde,
“buralarda yaşayabilir miyim?” diye kendime sormadan edemiyorum.
Kültür kenti
olarak düşündüğüm Tiflis’e yaklaşırken de bu duygulardayım.
Öyle ya, Gorki ilk
öykülerini bu kentte yazmış.
Kente hava
kararmak üzereyken giriyoruz. Boğucu sıcak, nemli havada daha da etkili oluyor.
Kentin ortasından geçen Kura Nehri’nin nemi arttırmaktan başka bunaltıcı havaya
hiç umar değil.
Gezi boyunca elimden
düşmeyen Puşkin’in “Erzurum Yolculuğu” kitabında da benzer satırlarla
karşılaşıyorum: “Tiflis’i kayalık dağlar kuşatmış. Yanından da Kura Nehri
akıyor. Bütün rüzgarları tutan bu dağlar, güneş ışınları altında kızışıyor;
devinimsiz havayı cehenneme çeviriyorlar. Kırk birinci enlem dairesinde
bulunmasına karşın, Tiflis havasının korkunç sıcaklığı buradan geliyor işte.
Kentin asıl adı olan ‘Tbiliskalar’da ‘kızgın kent’ demekmiş zaten”…
Teleferikle Tiflis
Kalesi’ne çıkıyoruz. Yukarıdan toplu görünüm güzel. Karanlık bastıkça kenti
saran yeşillik yerini ışıklara bırakıyor. Birkaç tarihi dini yapı ile ‘Başkanlık
Sarayı’, ‘Barış Köprüsü’, ‘Konser Salonu’ gibi birkaç evirmelik yapı
ışıklandırılmış. Kentin arka sokakları diğer Gürcü kentleri gibi karanlık…
Kalenin yanındaki tepeye Rio’daki ‘İsa
Heykeli’ gibi yirmi metre yüksekliğinde bir heykel dikili. ‘Gürcülerin Anası’
adını verdikleri bu heykel ülkeye dostça gelenler için sol elinde bir tas
şarap, sağ elinde ise düşmanlar için bir kılıç taşıyor.
Tiflis’te Sovyet
döneminden kalma yapıların öcünü almak istercesine saçma iletiler içeren mimari
yapılar var. Gürcülerin gözlerden gizlenemeyen yoksulluğunu göz ardı ederek ve
bolca para harcayarak bir İtalyan mimara tasarlatılan İçişleri Bakanlığı,
Başkanlık Sarayı, Konser Salonu, Barış Köprüsü…
Gürcistan’ın İçişleri
Bakanlığı yapısı gibi tüm polis karakolları ve mahkemeleri de şeffaf yapılar
içinde. Bu şeffaflık, ‘Gürcistan Devleti’nin dürüstlüğünü ve kamuyu aydınlatma
gücünü’ simgeliyormuş.
Dağların,
ormanların arasından nehir sularıyla birlikte yeşile akıp gidiyoruz. Geçtiğimiz
kasabalarda, köylerde gençler, kadınlar mayolarını giyip nehrin sakin sularında
yüzüyorlar. Ücra bir köşede tacizden, gözetlenmekten uzak serin sulara
kendilerini bırakmışlar.
Avrupa’nın en
geniş milli parklarından biri, Gürcistan topraklarının % 1’i kadar genişlikte
olan Borjomi – Kharagauli Milli Parkı sınırları içindeyiz.
Sanırım, “Kaf
Dağı’nın ardı” burası…
Kendimizi yeşillikler
arasında sakin bir kentte bulduk. Borjomi kasabası burası, termal suların
kaynağı; yeşil dağlar arasında nehir kıyısında bir yaşam alanı… Özellikle
Sovyetler döneminde insanların dinlenmek, yorgunluğunu atmak için geldikleri
kasabaymış.
Gürcistan’ın
korunan doğası, “ulusal özenti”yi gereksiz kılan, özenilecek güzellik...
Neredeyse yüz yıl
yönetiminde oldukları ülke dağılmış olsa da, bağımsız olduklarını sanarak
bambaşka bir ülke yaratmaya girişseler de, Gürcülerin “Sovyet kalıtlarını”
silmeleri yakın zamanda olası değil. Doğayı korumaları da genlerine işlenen
böyle bir silinmez kalıt…
Gürcistan büyük değişim
içinde olan bir ülke. Ne yazık ki, bu büyük değişim ‘üretimin kaldırılarak
tüketimin temel görüldüğü toplumu yaratma’ amaçlı küresel sömürgenin istediği
biçimde yaşanmakta.
Çok değil iki yıl
sonra gittiğimizde çok şaşıracağız…
Bu gün için
doğasıyla, insanıyla Gürcistan görülmesi gereken bir yer.
Diğer yurtdışı
gezilerde yaşanan zorlukların, pasaport - vize derdinin olmadığı güzel bir gezi
olanağı…
Hüseyin Kenan GÖREN
08.09.2017
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)