5 Eylül 2015 Cumartesi

TUZLANMIŞ İNCİ KEFALİ (Öykü)

TUZLANMIŞ İNCİ KEFALİ

Gevşeyen sarı atkısını biraz daha sıktı...
Evden çıkar çıkmaz atkının bağlama biçimini değiştirmiş, idam sehpalarına çıkanların boyunlarına geçirilen yağlı urganlar gibi yapıp sıkmıştı.
Bu yeni moda atkı bağlama biçimini annesi hiç sevmezdi; istememesine karşın evden çıkarken ağzını, burnunu, boğazını sıkıca sarıp sarmalamış, bir tanecik oğlunu öyle okula yollamıştı.
Ne de olsa hava çok soğuktu…
Üç gündür aralıksız yağan kar insanların boyunca yükseldi. Onlar kentin ara sokaklarının ortasında açtıkları kar geçeneklerinden ana caddelere, kapılarından da o kar geçeneklerine köstebekler gibi yollarını açarak çıkabiliyorlardı. İşyerlerinin önlerini, kaldırımları, taşıtların geçebileceği yolları belediye araçları açmıştı.
Ders kitaplarının, defterlerin ağırlaştırdığı sırt çantasını indirmeden fermuarını araladı. Okuluna her yürüyerek gidişinde yaptığı gibi alışkanlıkla çantasındaki ayvayı çıkardı, tüylerini eliyle temizleyip pantolonuna sürüp parlattı. Güzel kokuyordu, ısırarak yemeye başladı.
Bazı sabahlar babasını almaya gelen mavi plakalı cip önce onu okuluna bırakıyordu. O ciple okula gelmeyi pek sevmiyordu… Hem okul bahçesindekilerin bakışlarından tedirgin oluyordu, hem de yola koyulur koyulmaz ısıramadığı ayvadan…
Yaz sonu gelmişlerdi bu kente. Gittikleri yerde en fazla iki, bilemedin üç yıl kalıyor, babasının işi yüzünden apar topar çıkan bir atama ile bir başka kente sürükleniyorlardı. Geride bıraktıkları dostluklar, anılar unutulmadan yeni kente bir an önce uymak; çevreyi, insanları tanımak için uğraşıyorlardı.
O, küçük yaşına göre daha duyarlı olmasına karşın her türlü olayda hep izleyici olarak bir kenarda durmayı yeğlerdi. Yerleştikleri her yeni kenti özellikle yavaş geçen ilk haftalarda yanlış dizilen taşlarla dolu satranç tahtası gibi algılardı.
Bu kentte küçük bir erkek çocuğu değildi, kendine göre artık koskocaman delikanlıydı…
Babasının işi idi ama o da bu kentte yaşananların diğer yaşadıkları kentlerdeki gibi olmadığının ayırtındaydı. Dağa çıktığı konuşulan insanların ve kent içinde sık sık patlayan silah seslerinin ne anlama geldiğini az çok kestiriyordu. Annesi, babası neredeyse her gün onu uyarıyor: “Konuştuğun her insana güvenme, olur olmaz kişilerle de konuşma” diyorlardı. 
Bir gün mavi plakalı ciple gelirken babasının cipi kullanana söylediği sözler aklından gitmiyordu: “Şu yollarda dolaşan insanlara bak! Ne yapacağına karar veremeyen yüzlerce kişi… Ulan bunlar kendi yaşamları konusunda karar vermekten acizken memleketin nasıl idare edileceğine karar verebilirler mi?” diye sormuştu da, gülüşmüşlerdi: “Bu anarşiye gururla özgürlük diyorlar!..”
Aniden yanından geçtiği bir satış yerinin damında biriken karlar yere kaydı, döküldü. Oralarda yiyecek arayan köpek ürkerek yola fırladı. Kirli karların aralarında yemlenen kuşlar havalanınca o da duraksadı. Cebinden mendilini çıkardı, dudaklarını sildi. Kalan ayvasını mendiline sararak sırt çantasına sokuşturdu ve yürüdü.
Üşümüştü. Güneş şu andaki gibi yüzünü gösterdiğinde biraz da olsa ortalığı ısıtıyordu. Gürül gürül yanan bir soba yanında olmak varken dışarıda kalmayı kimse istemezdi. Akşam ayazı; hele de rüzgar estiğinde yaşamı daha da zorlaştırıyordu.
Okulu gelir gelmez benimsemişti. Daha gelişmiş bir kentten geldiği için sınıf arkadaşlarının arasında bir başkalığı, ayrıcalığı olduğunu sanıyordu. Derslerde de onlardan daha ileride olduğunu öğretmenleri vurguluyorlardı.
Sokaklar soğuk havaya karşın, ekmek parası kazanma derdinde olan insanlarla doluydu. En çok da sırtında sadece bir ceket, ayağında lastik ayakkabılarıyla sergilediği çeşitli malları satmak için tekerlekli tezgahı buz üzerinde, yayaların, taşıtların arasından yürütmeye uğraşan işportacılar vardı.
Sozan geldi aklına… Bu bölgenin insanlarından biriydi o... Okul başlar başlamaz dikkatini çekmişti. Hoşuna giden bu kıza yakınlaşma uğraşları hep ters tepmiş, gizleyemediği ilgisine önceleri hiç karşılık alamamıştı.
Bir anda içi ılıdı, göğüs kafesine sığmadı yüreği, büyüdü içinde. “Suzan” demişti de, “Benim adım Sozan, Suzan değil!” diyerek iri siyah gözlerini dikip nasıl da kızgın bakmıştı.
O gözler hiç aklından çıkmadı… Bozkırda tek başına açmış gelinciğin ortasındaki siyah yaşam merkezi gibiydi.
“Birbirimiz için önemli olalım mı?” dediğini anımsadı.
Kız önce anlamamıştı ama sonra soru hoşuna gitti ki, başını yana eğerek “tamam” dedi.
Sınıf arkadaşlarından çekinmediler. Ders aralarında yakınlaşıp, dereden tepeden konuşuyorlardı. Birbirlerinin yaşamlarını soruşturuyor, benzer yanlarını bulduklarında şaşırıyorlardı.
Sozan’a, “İlkgençlik Çağına Öyküler” kitabını armağan etmişti, sıkılmadan okuyacağını umarak…
Annesine söylediğinde “Ah benim oğlum büyümüş de, sevdaya da sarmış!” deyip sevgiyle sarılmıştı boynuna. “Çocuk bunlar daha, ne zararı olur!” diye düşünmüş olabilir miydi?
Ya Sozan’ın ailesi…  
Bu kente geldiklerinden bu yana kulaklara çalınan töre öyküleri çoğalıvermişti… Çevrelerinde olan biteni taşıyan çok insan var mıydı? Belki, kızın abisi iri yarı ve pala bıyıklı… Sozan’a kızıyorlar mıydı?
Bir sabah sınıftaki sırasının gözünde basit bir plastik ambalaj kutusu buldu. Kutunun içinde de -nereden buldularsa- soyulmuş, dilimlenmiş ve üzerine bir kürdan çöpü batırılmış yarım domates… Yanlışlıkla mı bırakılmıştı?
“Kızın peşini bırak yoksa böyle olursun!” gibisinden bir göz korkutma mıydı, bilemedi…
Bir gün okul dönüşünde peşine birinin takıldığını ve onu evine kadar izlediğini sandı.
Sozan, “Benim ailem bana güvenir” diyor, bu duyarlılığa gülüyordu.
Karların üzerini kapatmasıyla çevrede her şeyin alışılmış görünümü değişmişti. Okul girişine geldiğini geç anladı. Daha ders zili çalmadığından okula giren çıkan çoktu.  
Bahçe kapısından girerken kalabalığın dışında duvara dayanmış, onu izleyen parkalı birini gördü. Parkalı gülümsemiş, kafasıyla hafifçe selam de vermişti.
Şaşırdı, heyecanlandı...
Çevresi kalabalıktı ya, ‘Bir başkasına selam vermiştir, tanımadığım biri!..’ diye düşündü. Önemsememeliydi. Hızla okula yöneldi.
Dışarının soğuk havasından içeri girince, her yanına yapışan nemli bir sıcak sarıyor insanı; bunaltıcı…
Kaloriferleri şişirmişler. Sınıfın bulunduğu üst kata merdivenlerle çıkarken yüzünü ateş bastı. Ağır kokulu koridorda sınıf kapısına kadar uzanan askı, gelişigüzel asılmış dış giysilerle doluydu. Sarı atkısını çözdü, üzerindekilerle birlikte çıkardı ve askıda bulduğu bir yere astı.
Sınıfa girince bakındı, Sozan daha gelmemişti. Sınıf daha da havasızdı; rahatsız edici, ağır kokulu...
Sırt çantasını sırasının oturak yerine bıraktı. Camı açtı. El kol hareketiyle söylenenler oldu, onlara şöyle bir baktı... Dışarının soğuk havası iyi geldi. Birkaç nefeslik zamanda sınıfın havası da biraz olsun değişti. Camı kapattı.
Sırasına geçerken, nöbetçi öğrenci elindeki zili çalarak derse başlanacağını bildiriyordu. Tam o sırada önde Sozan’ın, arkadan da öğretmenin sınıfa girdini gördü.
Meraklandı, işaretle sordu; ‘geç kaldığını, önemli bir şeyin olmadığını’ öğrendi.
Ders aralarında yine birlikteydiler ama Sozan’da gizlediği bir tedirginlik var. Dersleri dinleyemiyor, defterine anlamsız karalamalar çiziktiriyor.
Öğlen arası yine yanyanalar. Bu kez küçük parmağını tutup gözlerinin içine bakarak: “Abim…” dedi, “abim gelmiş, gördün mü? Seninle tanışmak istemiş ama kaçmışsın!..” Zoraki gülümsüyor.
Küçük parmaktan da olsa Sozan’ın sıcaklığı bir anda tüm bedenine yayıldı, tatlı bir ürperti içini sardı.
“Abim, size kendi yaptığı bir armağanı getirmiş…”
Şaşkınlık içinde, yalan göremedi Sozan’ın gözlerinde. “Kimse görmemeli, başkaları da istemesin” diyerek elindeki teneke kutuyu sırt çantasının içine yerleştirdiğini gördü.
“Tuzlanmış inci kefali!..” dedi, Sozan. “Öğlende babasına götürsün, iş arkadaşlarıyla birlikte yesinler dedi abim.”
Beklemediği bu armağana sevinir miydi babası?
Oğlunun kız arkadaşından gelen armağan onu şaşırtır, sevindirirdi. Eve giderken babasının işyerine uğrayıp balıkları bırakmalıydı. Evet, zaman yitirmeden hemen götürmeliydi.
Sınıftan beraber çıkıp, askıdaki giysileri yardımlaşarak giydiler.
Sozan, okul dışında uzakta bekleyen abisinin yanına koşarak gitti. Kısa bir süre konuştuktan sonra ayrılarak evine yöneldi.
Havanın soğuğu sabahki kadar acımasız değildi. Sarı atkısını gevşetti, adımlarını hızlandırdı.
Sozan’ın abisi onu izliyor muydu? Geriye dönüp baktığı birkaç kez abiyi kalabalık içinde gördüğünü sandı.
Yakındaydı babasının işyeri.
İçi kıpır kıpır sevinçle dolu, ara sıra zıplayarak arka kapıdan işyerine girdi. Girişteki nöbetçi güvenlik görevlisi onu tanıyordu, başını okşayarak içeriye saldı.
Babasının odasının kapısındaydı ki, sırt çantasından kısa bir “bib” sesi geldi, peşinden de titreşimi…
Kulaklarında korkunç bir uğultuyla birlikte sırtındaki dayanılmaz sıcaklığı duydu.
Sancılı karanlıklara düştü; uğultulu, bulanık…

Derin bir nefes alma isteği… Bedeninin bu isteğini yerine getiremiyordu, acıyla gerildi ve her şey bitti.  

                                                                                               Hüseyin Kenan GÖREN