TUZLANMIŞ İNCİ KEFALİ
Gevşeyen sarı atkısını biraz daha sıktı...
Evden çıkar çıkmaz atkının bağlama biçimini değiştirmiş,
idam sehpalarına çıkanların boyunlarına geçirilen yağlı urganlar gibi yapıp
sıkmıştı.
Bu yeni moda atkı bağlama biçimini annesi hiç sevmezdi; istememesine
karşın evden çıkarken ağzını, burnunu, boğazını sıkıca sarıp sarmalamış, bir
tanecik oğlunu öyle okula yollamıştı.
Ne de olsa hava çok soğuktu…
Üç gündür aralıksız yağan kar insanların boyunca yükseldi.
Onlar kentin ara sokaklarının ortasında açtıkları kar geçeneklerinden ana
caddelere, kapılarından da o kar geçeneklerine köstebekler gibi yollarını
açarak çıkabiliyorlardı. İşyerlerinin önlerini, kaldırımları, taşıtların
geçebileceği yolları belediye araçları açmıştı.
Ders kitaplarının, defterlerin ağırlaştırdığı sırt çantasını
indirmeden fermuarını araladı. Okuluna her yürüyerek gidişinde yaptığı gibi alışkanlıkla
çantasındaki ayvayı çıkardı, tüylerini eliyle temizleyip pantolonuna sürüp
parlattı. Güzel kokuyordu, ısırarak yemeye başladı.
Bazı sabahlar babasını almaya gelen mavi plakalı cip önce
onu okuluna bırakıyordu. O ciple okula gelmeyi pek sevmiyordu… Hem okul
bahçesindekilerin bakışlarından tedirgin oluyordu, hem de yola koyulur koyulmaz
ısıramadığı ayvadan…
Yaz sonu gelmişlerdi bu kente. Gittikleri yerde en fazla
iki, bilemedin üç yıl kalıyor, babasının işi yüzünden apar topar çıkan bir
atama ile bir başka kente sürükleniyorlardı. Geride bıraktıkları dostluklar, anılar
unutulmadan yeni kente bir an önce uymak; çevreyi, insanları tanımak için
uğraşıyorlardı.
O, küçük yaşına göre daha duyarlı olmasına karşın her türlü
olayda hep izleyici olarak bir kenarda durmayı yeğlerdi. Yerleştikleri her yeni
kenti özellikle yavaş geçen ilk haftalarda yanlış dizilen taşlarla dolu satranç
tahtası gibi algılardı.
Bu kentte küçük bir erkek çocuğu değildi, kendine göre artık
koskocaman delikanlıydı…
Babasının işi idi ama o da bu kentte yaşananların diğer
yaşadıkları kentlerdeki gibi olmadığının ayırtındaydı. Dağa çıktığı konuşulan
insanların ve kent içinde sık sık patlayan silah seslerinin ne anlama geldiğini
az çok kestiriyordu. Annesi, babası neredeyse her gün onu uyarıyor: “Konuştuğun
her insana güvenme, olur olmaz kişilerle de konuşma” diyorlardı.
Bir gün mavi plakalı ciple gelirken babasının cipi kullanana
söylediği sözler aklından gitmiyordu: “Şu yollarda dolaşan insanlara bak! Ne
yapacağına karar veremeyen yüzlerce kişi… Ulan bunlar kendi yaşamları konusunda
karar vermekten acizken memleketin nasıl idare edileceğine karar verebilirler mi?”
diye sormuştu da, gülüşmüşlerdi: “Bu anarşiye gururla özgürlük diyorlar!..”
Aniden yanından geçtiği bir satış yerinin damında biriken
karlar yere kaydı, döküldü. Oralarda yiyecek arayan köpek ürkerek yola fırladı.
Kirli karların aralarında yemlenen kuşlar havalanınca o da duraksadı. Cebinden
mendilini çıkardı, dudaklarını sildi. Kalan ayvasını mendiline sararak sırt
çantasına sokuşturdu ve yürüdü.
Üşümüştü. Güneş şu andaki gibi yüzünü gösterdiğinde biraz da
olsa ortalığı ısıtıyordu. Gürül gürül yanan bir soba yanında olmak varken
dışarıda kalmayı kimse istemezdi. Akşam ayazı; hele de rüzgar estiğinde yaşamı
daha da zorlaştırıyordu.
Okulu gelir gelmez benimsemişti. Daha gelişmiş bir kentten
geldiği için sınıf arkadaşlarının arasında bir başkalığı, ayrıcalığı olduğunu
sanıyordu. Derslerde de onlardan daha ileride olduğunu öğretmenleri
vurguluyorlardı.
Sokaklar soğuk havaya karşın, ekmek parası kazanma derdinde
olan insanlarla doluydu. En çok da sırtında sadece bir ceket, ayağında lastik
ayakkabılarıyla sergilediği çeşitli malları satmak için tekerlekli tezgahı buz
üzerinde, yayaların, taşıtların arasından yürütmeye uğraşan işportacılar vardı.
Sozan geldi aklına… Bu bölgenin insanlarından biriydi o... Okul
başlar başlamaz dikkatini çekmişti. Hoşuna giden bu kıza yakınlaşma uğraşları
hep ters tepmiş, gizleyemediği ilgisine önceleri hiç karşılık alamamıştı.
Bir anda içi ılıdı, göğüs kafesine sığmadı yüreği, büyüdü
içinde. “Suzan” demişti de, “Benim adım Sozan, Suzan değil!” diyerek iri siyah
gözlerini dikip nasıl da kızgın bakmıştı.
O gözler hiç aklından çıkmadı… Bozkırda tek başına açmış
gelinciğin ortasındaki siyah yaşam merkezi gibiydi.
“Birbirimiz için önemli olalım mı?” dediğini anımsadı.
Kız önce anlamamıştı ama sonra soru hoşuna gitti ki, başını
yana eğerek “tamam” dedi.
Sınıf arkadaşlarından çekinmediler. Ders aralarında yakınlaşıp,
dereden tepeden konuşuyorlardı. Birbirlerinin yaşamlarını soruşturuyor, benzer
yanlarını bulduklarında şaşırıyorlardı.
Sozan’a, “İlkgençlik Çağına Öyküler” kitabını armağan
etmişti, sıkılmadan okuyacağını umarak…
Annesine söylediğinde “Ah benim oğlum büyümüş de, sevdaya da
sarmış!” deyip sevgiyle sarılmıştı boynuna. “Çocuk bunlar daha, ne zararı olur!”
diye düşünmüş olabilir miydi?
Ya Sozan’ın ailesi…
Bu kente geldiklerinden bu yana kulaklara çalınan töre
öyküleri çoğalıvermişti… Çevrelerinde olan biteni taşıyan çok insan var mıydı? Belki,
kızın abisi iri yarı ve pala bıyıklı… Sozan’a kızıyorlar mıydı?
Bir sabah sınıftaki sırasının gözünde basit bir plastik
ambalaj kutusu buldu. Kutunun içinde de -nereden buldularsa- soyulmuş,
dilimlenmiş ve üzerine bir kürdan çöpü batırılmış yarım domates… Yanlışlıkla mı
bırakılmıştı?
“Kızın peşini bırak yoksa böyle olursun!” gibisinden bir göz
korkutma mıydı, bilemedi…
Bir gün okul dönüşünde peşine birinin takıldığını ve onu
evine kadar izlediğini sandı.
Sozan, “Benim ailem bana güvenir” diyor, bu duyarlılığa
gülüyordu.
Karların üzerini kapatmasıyla çevrede her şeyin alışılmış
görünümü değişmişti. Okul girişine geldiğini geç anladı. Daha ders zili
çalmadığından okula giren çıkan çoktu.
Bahçe kapısından girerken kalabalığın dışında duvara
dayanmış, onu izleyen parkalı birini gördü. Parkalı gülümsemiş, kafasıyla
hafifçe selam de vermişti.
Şaşırdı, heyecanlandı...
Çevresi kalabalıktı ya, ‘Bir başkasına selam vermiştir,
tanımadığım biri!..’ diye düşündü. Önemsememeliydi. Hızla okula yöneldi.
Dışarının soğuk havasından içeri girince, her yanına yapışan
nemli bir sıcak sarıyor insanı; bunaltıcı…
Kaloriferleri şişirmişler. Sınıfın bulunduğu üst kata
merdivenlerle çıkarken yüzünü ateş bastı. Ağır kokulu koridorda sınıf kapısına
kadar uzanan askı, gelişigüzel asılmış dış giysilerle doluydu. Sarı atkısını
çözdü, üzerindekilerle birlikte çıkardı ve askıda bulduğu bir yere astı.
Sınıfa girince bakındı, Sozan daha gelmemişti. Sınıf daha da
havasızdı; rahatsız edici, ağır kokulu...
Sırt çantasını sırasının oturak yerine bıraktı. Camı açtı. El
kol hareketiyle söylenenler oldu, onlara şöyle bir baktı... Dışarının soğuk
havası iyi geldi. Birkaç nefeslik zamanda sınıfın havası da biraz olsun değişti.
Camı kapattı.
Sırasına geçerken, nöbetçi öğrenci elindeki zili çalarak
derse başlanacağını bildiriyordu. Tam o sırada önde Sozan’ın, arkadan da
öğretmenin sınıfa girdini gördü.
Meraklandı, işaretle sordu; ‘geç kaldığını, önemli bir şeyin
olmadığını’ öğrendi.
Ders aralarında yine birlikteydiler ama Sozan’da gizlediği
bir tedirginlik var. Dersleri dinleyemiyor, defterine anlamsız karalamalar
çiziktiriyor.
Öğlen arası yine yanyanalar. Bu kez küçük parmağını tutup
gözlerinin içine bakarak: “Abim…” dedi, “abim gelmiş, gördün mü? Seninle
tanışmak istemiş ama kaçmışsın!..” Zoraki gülümsüyor.
Küçük parmaktan da olsa Sozan’ın sıcaklığı bir anda tüm
bedenine yayıldı, tatlı bir ürperti içini sardı.
“Abim, size kendi yaptığı bir armağanı getirmiş…”
Şaşkınlık içinde, yalan göremedi Sozan’ın gözlerinde. “Kimse
görmemeli, başkaları da istemesin” diyerek elindeki teneke kutuyu sırt
çantasının içine yerleştirdiğini gördü.
“Tuzlanmış inci kefali!..” dedi, Sozan. “Öğlende babasına
götürsün, iş arkadaşlarıyla birlikte yesinler dedi abim.”
Beklemediği bu armağana sevinir miydi babası?
Oğlunun kız arkadaşından gelen armağan onu şaşırtır,
sevindirirdi. Eve giderken babasının işyerine uğrayıp balıkları bırakmalıydı.
Evet, zaman yitirmeden hemen götürmeliydi.
Sınıftan beraber çıkıp, askıdaki giysileri yardımlaşarak giydiler.
Sozan, okul dışında uzakta bekleyen abisinin yanına koşarak
gitti. Kısa bir süre konuştuktan sonra ayrılarak evine yöneldi.
Havanın soğuğu sabahki kadar acımasız değildi. Sarı atkısını
gevşetti, adımlarını hızlandırdı.
Sozan’ın abisi onu izliyor muydu? Geriye dönüp baktığı
birkaç kez abiyi kalabalık içinde gördüğünü sandı.
Yakındaydı babasının işyeri.
İçi kıpır kıpır sevinçle dolu, ara sıra zıplayarak arka
kapıdan işyerine girdi. Girişteki nöbetçi güvenlik görevlisi onu tanıyordu,
başını okşayarak içeriye saldı.
Babasının odasının kapısındaydı ki, sırt çantasından kısa
bir “bib” sesi geldi, peşinden de titreşimi…
Kulaklarında korkunç bir uğultuyla
birlikte sırtındaki dayanılmaz sıcaklığı duydu.
Sancılı karanlıklara düştü; uğultulu,
bulanık…
Derin bir nefes alma isteği…
Bedeninin bu isteğini yerine getiremiyordu, acıyla gerildi ve her şey bitti.
Hüseyin Kenan GÖREN