Siz beni orada bilin, oradakiler de
burada bilsinler.
Öylece yaşayayım aranızda…” (1)
Cancağızım,
Karanlıktan
hoşlanmam bilirsin. Geceleri zor geçiyor bu yüzden. Ta ki, sol ayağımın ucundan,
Istırancaların üzerinden güneş doğmuyor mu, dünyalar benim oluyor. Çevremdeki o
sessiz insanlara, börtü böceğe, çiçeklere ağaçlara tüm gücümle haykırıyorum:
“Günaydın”…
‘Günaydın’ sözcüğü
‘Merhaba’dan daha güzel değil mi? Biri din kokuyor, öbürü pırıl pırıl
Cumhuriyet.
Dostlarım beni bu
tepeye bırakalı epey zaman geçti; hem de ne tez geçti. Mektubumu okuyunca ayırt
edeceksin, zamanlarım karışıyor… Artık zaman ötesiyim ya!..
Stefan Zweig’in
“Acımak” romanını okumuş muydun? Eline geçerse oku, çok seveceksin.
Ben karada da,
derinlerde de bir güzellik bulmuyorum ölümde. İnsanlığı bunaltan yok olma
korkusunun ürünü dinler, canımıza okuyor hala.
Ölümü sığdıramıyor
gönlüne Dağlarca; “Ben nasıl yok olabilirim? Dünya yok olur belki” diyor.
Anam bir ilahi
söylerdi ölüm üstüne, bir bölümü şöyle:
Ölümden
kaçarsın tutarlar seni
Bir kuru
tahtaya baylerler seni
Haramiler
gibi soyarlar seni
Ölüm niçin sana çare bulunmaz
Niçin niçin sana derman
bulunmaz.
Anamın bir başka
dörtlüğü de şöyleydi;
Kapısı
yok açıp bakam
Bacası
yok ateş yakam
Kara
yerde nasıl yatam
Kara
yerler ah kara yerler…
Te orada aşağıda, mor
ısırganların sardığı yamacın biraz ötesinde ‘çarığımı yitirdiğim tarla’… İşte
görüyorum, Ceylanköy’ün yanı başında aç harmanı yapılan düzlük… Poyrazın
taşıdığı Istrancaların kokusu…
Yaşanamayanlara
karşın İstanbul’un kargaşasından, gürültüsünden sonra iyi geldi buralar...
Özlemişim toprağımı…
Ardımdan “Komünist
geçiyor” diye tehditler savrularak geçtiğim kasabamı anımsıyorum. Elbet, o
insanların bir suçu yoktu. Öyle koşullandırılmışlardı.
Aslında okuma
özürlü bir toplumuz. Kökü eğitim dizgemizin bozukluğunda. Hele o “testle”
ölçümler büsbütün kötürümleştiriyor yeni yetişenleri…
Eh, medya! dedikleri
iletişim araçları da hünerlerini gösteriyor “sahibinin sesi” olarak.
Koşullandırma, yozlaştırma, ufalama görevleri…
Boşuna dememiş
Albert Bayet: “İletişim araçları paranın buyruğunda olursa, giderek
hayvanlaştırma okuluna dönüşürler” diye…
Yönetim de para
babalarının elindeyse, yani vahşi kapitalizm egemense, ne orman, ne insan
düşünür.
Kötü bir yerde
ülkemiz. Üzülmekler umar değil. Kafalardaki görünmez zincirleri kırıp
birleşebilmekte, güçlü, etkileyici direnç gücü oluşturmakta, giderek yönetime
ağırlık koyabilmekte…
Bunu
engelleyebilmek için de, iç gavur-dış gavurla Ali Cengiz oyunları düzenleyip
duruyor.
Sapı U. S. A.’lı
kazma toprağımıza inip duruyor. Baltanın da, kazmanın da aslında sapı yerli
gavur.
Köy Enstitüleri
konusunda konuşma yapmak üzere bir haftalığına Amerika’ya çağırıldım. Oradaki
Türk Derneği düzenlemesi… “17 Nisan için Antalya’ya söz verdim, gelemeyeceğim”
dedim. Zaten altımızı oyan, dünyanın başına bela kesilen yerde işim ne…
Türk Milli Eğitimi
Amerikalı uzmanlarla bugünlere getirildi zaten.
Şimdi şimdi, bir
uyanış var, ama insanoğlunun değişmesi çok zor. Yaşam karmaşık ve de, suç
düzeni anamalcı düzen, insanı insanlıktan uzaklaştırıyor.
Tüm umutlar,
aydınlanmacı eğitimde.
Kitap fuarında
Tüyap’taydım, Ramazan’ın ilk günü müydü? O koca alan, dinsel bir suskunluk
içindeydi. Satıcılar sinek avlıyordu. Yalnız Tuna Kiremitçi kuyrukluydu.
Ekin düzeyimizi
yansıtıcı ilginç bir görünüm.
“Rıfat Ilgaz’ın
10. Ölüm Yıldönümü toplantısına, açık oturuma katılacaktım. Tanilli de
konuşmacıydı. Esaslı bir kalabalık olurdu salonda herhalde.
Saati geldiğinde
Tanilli, Mehmet Saydur, Aydın Ilgaz, ben, Mustafa Şerif Onaran yerlerimize
geçtik. On beş ya da yirmi kişi vardı karşımızda…
Ardından Fakir
için düzenlenen toplantıya geçtim. Bu kez beş ya da altı kişi…
Nedenleri ne
olursa olsun, acı bir durum…
Oysa bu güne dek
Anadolu’da yaşananlar, unutturulmak istenen ekinimiz…
Yunus Emre,
halkımızın yetiştirdiği en büyük ozan… Köy kahvesinde de üniversitede de
sevgiyle, ilgiyle okunur…
Eyuboğlu’nun
“Yunus Emre’ye Selam” adlı bir yapıtı vardır. Çan Yayınları’ndan çıkmıştı. Asıl
o kitabı okuyunca Yunus’u seveceksin.
Okumuşsundur
lisede; Yunus, üç bin şiir yazmış. Softa Molla Kasım, zararlı buluyor onları.
Oturmuş bir akarsuyun başına okuduğu bin şiiri yakıp göğe savurmuş, binini de
yırtıp suya atmış. Üçüncü bine geldiğinde;
“Derviş Yunus bu
sözü eğri büğrü söyleme ̸ Seni sıgaya çeken bir Molla Kasım gelir”, dizesiyle
karşılaşınca softada şafak atmış. Onun ermişliğine inanıp, kalanlara
dokunamamış. Şimdi yakılan, dumanı göğe yükselen bin şiir kuşlar, suya
atılanları balıklar, kalan bin şiiri de insanlar okurmuş… Yani yer halkının,
gök halkının, su halkının ozanı o…
Bakma bu güne
dayatılanlara; aslında ekinimiz derya deniz…
Boyalı Irmak, tüm
masallar gibi tadı dilinde anlatımında olan bir ürün. Gene, tüm masallar gibi,
çocuklara da, büyüklere de sesleniyor.
Masallar, daha çok
feodal dönem ürünü. Olağanüstü olaylar, olağanüstü tipler. İçeriklerinin, tadı
bozulmadan yenilenmesi gerek.
Baştaki masalda
üveyana-üveykız çelişkisi çağdaş bir yaklaşımla yansıtılmıştır. Nazım da,
masallarında biraz günümüze göre içerik diyor.
Cancağızım, öğretmenliğimde
özellikle okumayı sevdirmekti amacım. Bu yüzden, dersliğim deney alanıydı.
Sevdirme çalışmaları yaptım. Bu çalışmalardan kimi yapıtlar doğdu. Zaten Çocuk
Yazını’na (!) ilgim var. Yani, “her düzeyde insanın severek okuyabileceği
yapıtlar üretmek” diyorum.
Eleştirel okuma,
en verimli okumadır elbet. Zaten yazar, her şeyden önce, iyi bir okuyucudur.
Renkli bir uğraş
yaşamım oldu benim. Enstitü öğretmenliği, ilginç askerlik, Gezici
Başöğretmenlik, köy, kasaba ilkokul öğretmenliği, dairede memurluk, ortaokul,
lise öğretmenliği…
Yazdım da… Yayınlandı
ama yayınlama artık çok zorlaştı. Medyatik (!) olmayınca…
Yasaklı tükeneli
çok olmuştu. Neyse ki yeniden basıldı…
Anamalcılık el
koydu mu yaşama, her şeyi yönlendiriyor.
Böylesi zorluklara
düşünce Hasan İzzettin Dinamo gibi “çanağında balın olsun, gelir alıcısı
Bağdat’tan” sözüyle avundum ama Bağdat da, can derdinde…
Senin için öykülerinin
yayınlanmasını beklemek, yayınlandığını görmek yaşamın en tatlı coşkusu olacak.
Öyle sürüp gidecek bu. Anılmak, sevilmek, beğenilmek insanoğlunun iç yakıcı bir
tutkusu…
İlhan Berk’in ev
ev dolaşıp kapıları çaldığı “Burada ünlü ozan İlhan Berk oturuyormuş. Hangi
evde acaba? diye sorduğu söylenir.
Yazı
yayınlanmayınca; yayınlandığında umduğun ilgiyi görmeyince de, kırılmamak
gerek…
Zor zanaattır,
ölümcül zanaattır bu yazarlık zanaatı…
R. M. Rilke’nin ‘Genç
Bir Şaire Mektuplar’da yeni başlayana verdiği öğüt çok ilginçtir: “Gece
yatağınızda kendinizle baş başa kaldığınızda ‘yazmadan yaşayabilir miyim?’ diye
sorun kendinize, yanıtınız ‘Yaşarım’sa, vazgeçin kendinizi zorlamaktan. Yok
‘Yaşayamam’sa dağ suları gibi önünüze çıkan engelleri aşar, ırmaklaşarak denize
ulaşabilirsiniz. Kimse engelleyemez sizi. Kendinize yardım edecek tek kişi
kendinizsiniz” der. Başlangıçta belki biraz üzülürsünüz, ama yolu açacak
sizsiniz.
Gazetede ‘sahte
isimle’ yazdığım, demişsin. Sanırım ‘sahte isim’ dil sürçmesi, elbet doğrusu
takma ad bildiğin gibi… Herkes kullanabilir.
Öyle güzel yazan
bir insanın susmaya hakkı yoktur. Gazete yazıları nankördür zaten. Dergilere
açılabilirsin, ya da öyküler, anılar yazmaya yönelinebilir…
Bilmiyorum kaç basılır, ne kadar okunur yerel
gazeteler. Salt güncel konular da doyurucu olmaz sanırım. Ama dergilere
açılırsanız, denize açılmış gibi olursunuz…
Bir de ‘Günce’
tutmayı deneyebilirsiniz. Elbet anılar da var!.. Bir yerden kopup gelmişlik
yakıcı bir özlem çökertir yüreğe. Rumeli türkülerince yanık… Geçmişe özlemi
değil elbet…
Olup bitene kızmak, onları yazmak sadece sizde bir rahatlama
yaratır belki ama ‘Yazı’ etkisini çok yitirdi. Görsel yayınlar egemen gayrı…
Yazınsala emek vermeniz emeğinize değebilir.
Hemmingwey’in İhtiyar Balıkçısı’nı kimbilir
nasıl yaşayarak okumuşsunuzdur. Tabii, filmini izlerken de değişik bir coşkuyu
yaşamışsınızdır…
Mobidick’i
okudunuz mu? Beyaz Balina ile tanıştınız mı?
Mina Urgan’la
Eyuboğlu’nun olur çeviri dili, benim de elimden geçmişti. Yaman bir başyapıt
bence. Filmi çok etkilemişti, şiirini bile yazmaya çalışmıştım.
Önceki yıl mıydı? 5
Ekimden bu yana yaşamın dışına düşmüştüm biraz; ya da değişik bir savaşımın
ortasına. Hastaneler, doktorlar, ağrı kesiciler… Meğer ne güzel şeymiş sağlıklı
olmak. Şöyle göğsünü gere gere havayı içine çekmek… Kalkıp dilediğin yere
gitmek…
Eh, var mı
yapabileceğim başka bir şey…
Burada kafamla da
aramız düzeldi… Durup durup ondan özür diler gibi Vahit Lütfü Salcı’nın “Kafam”
adlı şiirinin son dörtlüğünü okuyorum:
Vahit der ki
kafacığım darılma
Darılıp da
sakın benden ayrılma
Sakın namert
eteğine sarılma
Aslan kafam,
insan kafam, mert kafam…
Son yıllarda ara
sıra artık kitaplığımdaki kitaplarıma onların değerini bilecek bir yer bulmam
gerek diye düşünüyordum. Yer çok da güven verenini bulmak önemli…
Rauf İnan diye bir
eğitimcimiz vardı. Dil Tarih’e bağışlamış kitaplarını, “şöyle bakar, böyle bir
köşe ayırırız demişler. İnanmış. Bir süre sonra verdiği kitaplar duman
oluvermiş.
Cancağızım,
Kepirtepe’deki etkinliklerden söz ediyorsun…
Kepirtepe’de
etkinlikler güzel de, Kepir’in durumu kötü… O oyulmuş gözlerle boşluğa bakan
sancılı yapılar…
Duyarsızlığın,
ilkelliğin, ihanetin somut simgeleri…
Nisan, bi başka ay
bizim için, biraz da köy çocuklarının doğdukları ay…
Çok önceden
dostlar bir yerlere çağırırlardı. Önceki yıl Nisan’da önceden söz verdiğim için
Eskişehir’e gittim. Üniversite kenti, Çifteler Köy Enstitüsü’nün bulunduğu yer.
1919’da Tonguç,
Eskişehir Erkek Öğretmen Okulu’nda işe başlamış… Ethem Nejat (Karadeniz’de
Mustafa Suphi’lerle öldürülen eğitimci) Eskişehir’de Milli Eğitim Müdürü olarak
çalışmış daha önce. Yani Eğitim tarihi açısından ilginç bir yer Eskişehir…
İyi de
hazırlanmışlar. Olağanüstü güzel geçti günüm…
Mektubunda
Ergene’den yakınıyorsun. Kanser akıyor Trakya’nın ortasından diyorsun ya…
Bilimin yol
göstericiliğinden sapanlar, kolay kazanç peşinde koşanlar düşmanca yağmaladı
topraklarımızı, Adana Ovası, Bursa Ovası sanayi canavarlığı ile kıyılar aptalca
turizm anlayışıyla yitti…
Şimdi de Trakya
gidiyor…
Toprağı, insanı
sevmeyenler, yaşamı yozlaştırıyor, kirletiyor.
İlk kitabımda
şöyle bir şiir vardı (1954)
İlan-ı Aşk
Gücüm senden
Acım senden
Senden
dizimde derman
Gözümde fer
Terim değil
mi
Dudağında
titreyen çiyler
Rengin
alnıma vurmuş
Tabanlarımda hala sızın
Sırtım
terli
Bak nasıl
yanıyor avuçlarım
Güzel
toprak
Seni
seviyorum.
Toprağa, doğaya
dört elle sarılmak gerek…
Ergene’nin içler
acısı hali yazılmalı, zaman geçirilmeden…
Sanatçı, bildiğin
gibi insana bir bütün olarak bakar. İnsan, akıyla karasıyla insandır. Anlatım
da ak-kara dengesi iyi kurulmalıdır.
Kuşkusuz Drina
Köprüsü’nü okumuşsundur. İvo Andriç, bir köprü çevresinde her şeyi ne güzel
vermiş.
Romancının
yarattığı kahramanın eğitimi, gelişimi o dönemin havasında oluyor. Hırsız, ya
da rüşvetçi olmuşsa, doğuştan getirmemiştir o niteliğini…
Hukukçu olanlar
daha iyi bilir; “Toplum suçu hazırlar, birey de işler”. Diyeceğim, Romancının
genel ekini, düzeyi roman kahramanının tek boyutlu olmasına izin vermez. Benimki
sadece anımsatma…
Gayrı yaşamını
tamamlamış bir türü canlı tutmak zor. Gene de mektuplardaki sıcaklık yok öbür
iletişimlerde. En çok mektup yazmayı severdi Enstitülerin kurucusu Tonguç…
Beraber çalıştığı insanları en yakını sayar, mektuplarla sokulurdu onlara…
Böyle olmasına
böyle de…
Buraya kadar
Cancağızım.
En iyi
dileklerimle…
“…biz dünyadan bi
şey annayamadık. Sırtımızın teri kurumadan toprağa gireceğiz. Ama alnımız ak.
Siz de öyle kalın, öyle yaşayın ki ötede kemiklerimiz sızlamasın.” (2)
Selamlar,
sevgiler.
Hüseyin Kenan GÖREN
Yazı, Mehmet Başaran’ın
mektuplarından derlenmiştir.
(1), (2) - Süleyman Başaran
(Mehmet Başaran’ın babası) - Varlık
Dergisi 715. sayı, sayfa 16. Nisan 1968