14 Temmuz 2015 Salı

BAŞARAN’DAN SON MEKTUP

                    
“Ölsem bile öldüğümü bildirmeyin.
Siz beni orada bilin, oradakiler de burada bilsinler.
Öylece yaşayayım aranızda…” (1)


        
        Cancağızım,




    Karanlıktan hoşlanmam bilirsin. Geceleri zor geçiyor bu yüzden. Ta ki, sol ayağımın ucundan, Istırancaların üzerinden güneş doğmuyor mu, dünyalar benim oluyor. Çevremdeki o sessiz insanlara, börtü böceğe, çiçeklere ağaçlara tüm gücümle haykırıyorum:
    “Günaydın”…
    ‘Günaydın’ sözcüğü ‘Merhaba’dan daha güzel değil mi? Biri din kokuyor, öbürü pırıl pırıl Cumhuriyet.
    Dostlarım beni bu tepeye bırakalı epey zaman geçti; hem de ne tez geçti. Mektubumu okuyunca ayırt edeceksin, zamanlarım karışıyor… Artık zaman ötesiyim ya!..
    Stefan Zweig’in “Acımak” romanını okumuş muydun? Eline geçerse oku, çok seveceksin.
    Ben karada da, derinlerde de bir güzellik bulmuyorum ölümde. İnsanlığı bunaltan yok olma korkusunun ürünü dinler, canımıza okuyor hala.
    Ölümü sığdıramıyor gönlüne Dağlarca; “Ben nasıl yok olabilirim? Dünya yok olur belki” diyor.
    Anam bir ilahi söylerdi ölüm üstüne, bir bölümü şöyle:
              Ölümden kaçarsın tutarlar seni
              Bir kuru tahtaya baylerler seni
              Haramiler gibi soyarlar seni
                   Ölüm niçin sana çare bulunmaz
                   Niçin niçin sana derman bulunmaz.
    Anamın bir başka dörtlüğü de şöyleydi;
              Kapısı yok açıp bakam
              Bacası yok ateş yakam
              Kara yerde nasıl yatam
              Kara yerler ah kara yerler…
    Te orada aşağıda, mor ısırganların sardığı yamacın biraz ötesinde ‘çarığımı yitirdiğim tarla’… İşte görüyorum, Ceylanköy’ün yanı başında aç harmanı yapılan düzlük… Poyrazın taşıdığı Istrancaların kokusu…
    Yaşanamayanlara karşın İstanbul’un kargaşasından, gürültüsünden sonra iyi geldi buralar... Özlemişim toprağımı…
    Ardımdan “Komünist geçiyor” diye tehditler savrularak geçtiğim kasabamı anımsıyorum. Elbet, o insanların bir suçu yoktu. Öyle koşullandırılmışlardı.
    Aslında okuma özürlü bir toplumuz. Kökü eğitim dizgemizin bozukluğunda. Hele o “testle” ölçümler büsbütün kötürümleştiriyor yeni yetişenleri…
    Eh, medya! dedikleri iletişim araçları da hünerlerini gösteriyor “sahibinin sesi” olarak. Koşullandırma, yozlaştırma, ufalama görevleri…
    Boşuna dememiş Albert Bayet: “İletişim araçları paranın buyruğunda olursa, giderek hayvanlaştırma okuluna dönüşürler” diye…
    Yönetim de para babalarının elindeyse, yani vahşi kapitalizm egemense, ne orman, ne insan düşünür.
    Kötü bir yerde ülkemiz. Üzülmekler umar değil. Kafalardaki görünmez zincirleri kırıp birleşebilmekte, güçlü, etkileyici direnç gücü oluşturmakta, giderek yönetime ağırlık koyabilmekte…
    Bunu engelleyebilmek için de, iç gavur-dış gavurla Ali Cengiz oyunları düzenleyip duruyor.
    Sapı U. S. A.’lı kazma toprağımıza inip duruyor. Baltanın da, kazmanın da aslında sapı yerli gavur.
    Köy Enstitüleri konusunda konuşma yapmak üzere bir haftalığına Amerika’ya çağırıldım. Oradaki Türk Derneği düzenlemesi… “17 Nisan için Antalya’ya söz verdim, gelemeyeceğim” dedim. Zaten altımızı oyan, dünyanın başına bela kesilen yerde işim ne…
    Türk Milli Eğitimi Amerikalı uzmanlarla bugünlere getirildi zaten.
    Şimdi şimdi, bir uyanış var, ama insanoğlunun değişmesi çok zor. Yaşam karmaşık ve de, suç düzeni anamalcı düzen, insanı insanlıktan uzaklaştırıyor.
    Tüm umutlar, aydınlanmacı eğitimde.
    Kitap fuarında Tüyap’taydım, Ramazan’ın ilk günü müydü? O koca alan, dinsel bir suskunluk içindeydi. Satıcılar sinek avlıyordu. Yalnız Tuna Kiremitçi kuyrukluydu.
    Ekin düzeyimizi yansıtıcı ilginç bir görünüm.
    “Rıfat Ilgaz’ın 10. Ölüm Yıldönümü toplantısına, açık oturuma katılacaktım. Tanilli de konuşmacıydı. Esaslı bir kalabalık olurdu salonda herhalde.
    Saati geldiğinde Tanilli, Mehmet Saydur, Aydın Ilgaz, ben, Mustafa Şerif Onaran yerlerimize geçtik. On beş ya da yirmi kişi vardı karşımızda…
    Ardından Fakir için düzenlenen toplantıya geçtim. Bu kez beş ya da altı kişi…
    Nedenleri ne olursa olsun, acı bir durum…
    Oysa bu güne dek Anadolu’da yaşananlar, unutturulmak istenen ekinimiz…
    Yunus Emre, halkımızın yetiştirdiği en büyük ozan… Köy kahvesinde de üniversitede de sevgiyle, ilgiyle okunur…
    Eyuboğlu’nun “Yunus Emre’ye Selam” adlı bir yapıtı vardır. Çan Yayınları’ndan çıkmıştı. Asıl o kitabı okuyunca Yunus’u seveceksin.
    Okumuşsundur lisede; Yunus, üç bin şiir yazmış. Softa Molla Kasım, zararlı buluyor onları. Oturmuş bir akarsuyun başına okuduğu bin şiiri yakıp göğe savurmuş, binini de yırtıp suya atmış. Üçüncü bine geldiğinde;
    “Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme  ̸  Seni sıgaya çeken bir Molla Kasım gelir”, dizesiyle karşılaşınca softada şafak atmış. Onun ermişliğine inanıp, kalanlara dokunamamış. Şimdi yakılan, dumanı göğe yükselen bin şiir kuşlar, suya atılanları balıklar, kalan bin şiiri de insanlar okurmuş… Yani yer halkının, gök halkının, su halkının ozanı o…
    Bakma bu güne dayatılanlara; aslında ekinimiz derya deniz…
    Boyalı Irmak, tüm masallar gibi tadı dilinde anlatımında olan bir ürün. Gene, tüm masallar gibi, çocuklara da, büyüklere de sesleniyor.
    Masallar, daha çok feodal dönem ürünü. Olağanüstü olaylar, olağanüstü tipler. İçeriklerinin, tadı bozulmadan yenilenmesi gerek.
    Baştaki masalda üveyana-üveykız çelişkisi çağdaş bir yaklaşımla yansıtılmıştır. Nazım da, masallarında biraz günümüze göre içerik diyor.
    Cancağızım, öğretmenliğimde özellikle okumayı sevdirmekti amacım. Bu yüzden, dersliğim deney alanıydı. Sevdirme çalışmaları yaptım. Bu çalışmalardan kimi yapıtlar doğdu. Zaten Çocuk Yazını’na (!) ilgim var. Yani, “her düzeyde insanın severek okuyabileceği yapıtlar üretmek” diyorum.
    Eleştirel okuma, en verimli okumadır elbet. Zaten yazar, her şeyden önce, iyi bir okuyucudur.
    Renkli bir uğraş yaşamım oldu benim. Enstitü öğretmenliği, ilginç askerlik, Gezici Başöğretmenlik, köy, kasaba ilkokul öğretmenliği, dairede memurluk, ortaokul, lise öğretmenliği…
    Yazdım da… Yayınlandı ama yayınlama artık çok zorlaştı. Medyatik (!) olmayınca…
    Yasaklı tükeneli çok olmuştu. Neyse ki yeniden basıldı…
    Anamalcılık el koydu mu yaşama, her şeyi yönlendiriyor.
    Böylesi zorluklara düşünce Hasan İzzettin Dinamo gibi “çanağında balın olsun, gelir alıcısı Bağdat’tan” sözüyle avundum ama Bağdat da, can derdinde…
    Senin için öykülerinin yayınlanmasını beklemek, yayınlandığını görmek yaşamın en tatlı coşkusu olacak. Öyle sürüp gidecek bu. Anılmak, sevilmek, beğenilmek insanoğlunun iç yakıcı bir tutkusu…
    İlhan Berk’in ev ev dolaşıp kapıları çaldığı “Burada ünlü ozan İlhan Berk oturuyormuş. Hangi evde acaba? diye sorduğu söylenir.
    Yazı yayınlanmayınca; yayınlandığında umduğun ilgiyi görmeyince de, kırılmamak gerek…
    Zor zanaattır, ölümcül zanaattır bu yazarlık zanaatı…
    R. M. Rilke’nin ‘Genç Bir Şaire Mektuplar’da yeni başlayana verdiği öğüt çok ilginçtir: “Gece yatağınızda kendinizle baş başa kaldığınızda ‘yazmadan yaşayabilir miyim?’ diye sorun kendinize, yanıtınız ‘Yaşarım’sa, vazgeçin kendinizi zorlamaktan. Yok ‘Yaşayamam’sa dağ suları gibi önünüze çıkan engelleri aşar, ırmaklaşarak denize ulaşabilirsiniz. Kimse engelleyemez sizi. Kendinize yardım edecek tek kişi kendinizsiniz” der. Başlangıçta belki biraz üzülürsünüz, ama yolu açacak sizsiniz.
    Gazetede ‘sahte isimle’ yazdığım, demişsin. Sanırım ‘sahte isim’ dil sürçmesi, elbet doğrusu takma ad bildiğin gibi… Herkes kullanabilir.
    Öyle güzel yazan bir insanın susmaya hakkı yoktur. Gazete yazıları nankördür zaten. Dergilere açılabilirsin, ya da öyküler, anılar yazmaya yönelinebilir…
    Bilmiyorum kaç basılır, ne kadar okunur yerel gazeteler. Salt güncel konular da doyurucu olmaz sanırım. Ama dergilere açılırsanız, denize açılmış gibi olursunuz…
    Bir de ‘Günce’ tutmayı deneyebilirsiniz. Elbet anılar da var!.. Bir yerden kopup gelmişlik yakıcı bir özlem çökertir yüreğe. Rumeli türkülerince yanık… Geçmişe özlemi değil elbet…
Olup bitene kızmak, onları yazmak sadece sizde bir rahatlama yaratır belki ama ‘Yazı’ etkisini çok yitirdi. Görsel yayınlar egemen gayrı… Yazınsala emek vermeniz emeğinize değebilir.
    Hemmingwey’in İhtiyar Balıkçısı’nı kimbilir nasıl yaşayarak okumuşsunuzdur. Tabii, filmini izlerken de değişik bir coşkuyu yaşamışsınızdır…
    Mobidick’i okudunuz mu? Beyaz Balina ile tanıştınız mı?
    Mina Urgan’la Eyuboğlu’nun olur çeviri dili, benim de elimden geçmişti. Yaman bir başyapıt bence. Filmi çok etkilemişti, şiirini bile yazmaya çalışmıştım.
    Önceki yıl mıydı? 5 Ekimden bu yana yaşamın dışına düşmüştüm biraz; ya da değişik bir savaşımın ortasına. Hastaneler, doktorlar, ağrı kesiciler… Meğer ne güzel şeymiş sağlıklı olmak. Şöyle göğsünü gere gere havayı içine çekmek… Kalkıp dilediğin yere gitmek…
    Eh, var mı yapabileceğim başka bir şey…
    Burada kafamla da aramız düzeldi… Durup durup ondan özür diler gibi Vahit Lütfü Salcı’nın “Kafam” adlı şiirinin son dörtlüğünü okuyorum:
       Vahit der ki kafacığım darılma
       Darılıp da sakın benden ayrılma
       Sakın namert eteğine sarılma
       Aslan kafam, insan kafam, mert kafam…
    Son yıllarda ara sıra artık kitaplığımdaki kitaplarıma onların değerini bilecek bir yer bulmam gerek diye düşünüyordum. Yer çok da güven verenini bulmak önemli…
    Rauf İnan diye bir eğitimcimiz vardı. Dil Tarih’e bağışlamış kitaplarını, “şöyle bakar, böyle bir köşe ayırırız demişler. İnanmış. Bir süre sonra verdiği kitaplar duman oluvermiş.
    Cancağızım, Kepirtepe’deki etkinliklerden söz ediyorsun…
    Kepirtepe’de etkinlikler güzel de, Kepir’in durumu kötü… O oyulmuş gözlerle boşluğa bakan sancılı yapılar…
    Duyarsızlığın, ilkelliğin, ihanetin somut simgeleri…
    Nisan, bi başka ay bizim için, biraz da köy çocuklarının doğdukları ay…
    Çok önceden dostlar bir yerlere çağırırlardı. Önceki yıl Nisan’da önceden söz verdiğim için Eskişehir’e gittim. Üniversite kenti, Çifteler Köy Enstitüsü’nün bulunduğu yer.
    1919’da Tonguç, Eskişehir Erkek Öğretmen Okulu’nda işe başlamış… Ethem Nejat (Karadeniz’de Mustafa Suphi’lerle öldürülen eğitimci) Eskişehir’de Milli Eğitim Müdürü olarak çalışmış daha önce. Yani Eğitim tarihi açısından ilginç bir yer Eskişehir…
    İyi de hazırlanmışlar. Olağanüstü güzel geçti günüm…
    Mektubunda Ergene’den yakınıyorsun. Kanser akıyor Trakya’nın ortasından diyorsun ya…
    Bilimin yol göstericiliğinden sapanlar, kolay kazanç peşinde koşanlar düşmanca yağmaladı topraklarımızı, Adana Ovası, Bursa Ovası sanayi canavarlığı ile kıyılar aptalca turizm anlayışıyla yitti…
    Şimdi de Trakya gidiyor…
    Toprağı, insanı sevmeyenler, yaşamı yozlaştırıyor, kirletiyor.
    İlk kitabımda şöyle bir şiir vardı (1954)

           İlan-ı Aşk
           Gücüm senden
           Acım senden
           Senden dizimde derman
           Gözümde fer
           Terim değil mi
           Dudağında titreyen çiyler
           Rengin alnıma vurmuş
           Tabanlarımda hala sızın
           Sırtım terli
           Bak nasıl yanıyor avuçlarım
           Güzel toprak
           Seni seviyorum.

    Toprağa, doğaya dört elle sarılmak gerek…
    Ergene’nin içler acısı hali yazılmalı, zaman geçirilmeden…
    Sanatçı, bildiğin gibi insana bir bütün olarak bakar. İnsan, akıyla karasıyla insandır. Anlatım da ak-kara dengesi iyi kurulmalıdır.
    Kuşkusuz Drina Köprüsü’nü okumuşsundur. İvo Andriç, bir köprü çevresinde her şeyi ne güzel vermiş.
    Romancının yarattığı kahramanın eğitimi, gelişimi o dönemin havasında oluyor. Hırsız, ya da rüşvetçi olmuşsa, doğuştan getirmemiştir o niteliğini…
    Hukukçu olanlar daha iyi bilir; “Toplum suçu hazırlar, birey de işler”. Diyeceğim, Romancının genel ekini, düzeyi roman kahramanının tek boyutlu olmasına izin vermez. Benimki sadece anımsatma…
    Gayrı yaşamını tamamlamış bir türü canlı tutmak zor. Gene de mektuplardaki sıcaklık yok öbür iletişimlerde. En çok mektup yazmayı severdi Enstitülerin kurucusu Tonguç… Beraber çalıştığı insanları en yakını sayar, mektuplarla sokulurdu onlara…
    Böyle olmasına böyle de…
    Buraya kadar Cancağızım.
    En iyi dileklerimle…
    “…biz dünyadan bi şey annayamadık. Sırtımızın teri kurumadan toprağa gireceğiz. Ama alnımız ak. Siz de öyle kalın, öyle yaşayın ki ötede kemiklerimiz sızlamasın.” (2)
    Selamlar, sevgiler.  


                                                                                                       Hüseyin Kenan GÖREN

Yazı, Mehmet Başaran’ın mektuplarından derlenmiştir.
(1), (2) - Süleyman Başaran (Mehmet Başaran’ın babası) -  Varlık Dergisi 715. sayı, sayfa 16. Nisan 1968