18 Temmuz 2008 Cuma

KONUŞMAK CESARETTİR

Kelimeler… Cümleler… Konuşmak, soyut haldeki düşüncelerimizin karanlık evrene salınmasından başka bir şey değil…
Öyle de; istediğimizi, istediğimiz anda konuşabiliyor muyuz? Usumuzda tasarladığımız kelimeleri, tam anlamıyla dışa vurabiliyor muyuz? Yoksa, kelimeleri boğazımızda canlandırmadan önce yutkunup daha da mı soyutlaştırıyoruz? Özgür olmayı savunurken, usumuza salt özgürlüğü verebiliyor muyuz? Yaşamımızın anlamı olarak nitelendirdiğimiz birçok “cümle”mizi karanlık evrene korkusuzca salabilmemiz gerek, oysa belleğimize takılıp, dillenemeyen sözcükler yüreğimizde birikiyor.
Yaşam cesaret istiyor; yürek ise salt sözcük. Söylenmeyip birikenler bir dağ gibi yükseliyor, ulaşılmaz oluyor. Eğer kendi başlangıcımızı, yalnızlığımıza ve sessizliğimize gömmüşsek, üzerimizi örtmesi için, havadan gelen ortak dileklerin sesini, poyrazdan istemekten başka bir yolumuz var mı? Sessizlik, kaçmak mı? Sessizlik, huzur mu? Sessizlik, erdem mi?. Konuşmayıp; sessizliğinizi yalnızlığınızla harmanlayıp, içinize gömmek sizi mutlu ediyor mu?
Birileri için sessiz kalmayı kendimize “erdem” olarak yakıştırmışsak, esarete cesareti verdik demektir. O esaret, zamanla vücudu hasta eder. Teni sıkıştırır, kişiyi küçültür. Zamanla acı hissedilmez olur… Ah, bu dil!...
“Söylemediğim sözlerin hiç biri bana zarar vermedi” demiş, büyüklerden biri, ama tutsak olmuş tüm kelimeler de hep özgür olmayı ister.
Tutsak kalmış, dillenmemiş düşünceler, neden evrenin karanlığına ulaşma çabası içindedirler? Neden korkusuzluğu kendilerine üslup edinirler? “Cesaret, can damarımıza bağlanmış ölüm halatı gibidir. Ayaklarımızın altından dünyayı çekecek bir asi, aslında yönümüzü tayin edecektir. Ölüm mü, yoksa ömür boyu can damarında taşıdığın halat mı?”
Yoksa cesaret, bir metrelik bir yerden, gözümüz kapalı betona atlamak mıdır?
Susuş ve sessizlik… Bu günlerde soru(n)ların bittiği anlamına gelmez; sadece yanıtları beklemek içindir.

Hiç yorum yok: