13 Şubat 2025 Perşembe

Sennur Sezer için...

   Şiir, tanımlanması en zor edebiyat türlerinden biridir.

   Kimi, "bir düşünceyle kaynaşmış müziktir" der, kimi "insanı insana yaklaştıran, sevdirendir" der.

   Bence en doğru tanım, dil ve sözcüklerle yaşamı anlatmaktır.

   Yanındaki kadına, "suratın ne güzel" diyen ile "yüzün ne güzel" diyen arasında sizce şair ruhlu olan hangisidir?

   Başlangıçta dans, müzik ve şiir tek bir sanat iken dans bir yana bırakılınca türkü ortaya çıkmış. Türküde şiir, müziğin özü, müzik de şiirin biçimiydi. Sonra şiir ve müzik de birbirinden ayrılmış.

   Halk ozanları bazı güncel, tarihsel olayları, ya da bireysel duygularını şiire dökmüşler. Destanlar ilk şiir örnekleri olmuş.

   Cemal Süreya'nın dediği gibi, "Her şey şiir olabilir mi? Hayır, ama şiir her şey olabilir."

   Burada önemli bir nokta var. Sanatçının sanatıyla iletmek istediği, anlatıp göstermek, dinletmek istediği fikirleri, duygusu, düşüncesi var.

   Sanatçının yapıtında toplumu etkilemek, değiştirmek amacıyla bir iletisi vardır. Şiiri etkili yapan da bu değil mi?

   Destanlar Anadolu'da halk kültürünün ilk şiir örnekleri olmuştur dedik. Saraydan dışarı çıkamayan Divan Edebiyatı'nın zamansız ve mekansız şiir örnekleri okullarımızda ders olarak okutuldu.

   Anlaşılmayan ve ezberlenmezse not alınamayan "failatun failatun failun" dizeleri sanki öğrencileri şiirden uzaklaştırma amaçlıydı.

   Cumhuriyet döneminde her alanda olduğu gibi edebiyat, şiir alanında da atılımlar yapıldı.

   İstiklal Marşı yazarı Mehmet Akif ortama ayak uyduramadığı için kendini Mısır'a sürgün etti.

   "Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta" diyen karamsar Ahmet Haşim, Hececi Yahya Kemal, mistik Necip Fazıl 1940'ların etkin şairleriydi.

   Modernleşme yolunda Hececileri karşılarına alan Orhan Veli ve arkadaşlarının Garip şiirlerini, Cemal Süreya, Ülkü Tamer, Ece Ayhan ile "İkinci Yeni" izledi. 

   Ülkemizde yasaklı olmasına karşın Nazım Hikmet ve Sabahattin Ali şiirimizi dünyaya tanıttı.

   Onlardan sonra 1952'de Halk Evleri, sonra da Köy Enstitüleri kapatıldı. Bu dönemde Kırklarelili Şair Avukat Niyazi Akıncıoğlu içine kapandı

   Bu günlerin şairi olarak size bir örnek tanıtacağım: Arif Dino.

   Beddua şiiriyle tanınır. Beyoğlu'nda karnı acıktığında gördüğü dönercinin önünde "Döner kebap, dönmez olsun" demiş.

   Arif Dino'nun yanındakiler, bu sözleri not alıp akşam yemekte ona anımsatıyorlarmış. Yemek hesapları da elbette Arif Dino ödermiş.

   Bir gün Zincirlikuyumezarlığı yanından geçerken, "Taştan mantar tarlası, çok yaşasın ölüler" demiş.

   Babası sarayda Divan-ı Muhasebat Reisliğinden emekli, ressam heykeltraş Abidin Dino'nun abisi. Bir Fransız şairinden duyduğu "şair, şiirin fazlalığıdır" sözünden etkilenmiş, o günlerde Sabahattin Ali ile yaptığı bir söyleşide, "Şiir ifrazattır" demiş. Demiş ama ortalığı oldukça karıştırmış.   

   Sennur Sezer'in eşi değerli öykücü Adnan Özyalçıner o günleri anlatırken: "27 Mayıs'ın gelişi her şeyi değiştirdi. Ben 27 Mayıs'a askeri darbe demedim, demiyorum. Hiçbir arkadaşım da demedi, çünkü biz 27 Mayıs'ı bir askeri dönüşüm olarak kabul ediyoruz. Neden askeri dönüşüm; çünkü aydınlarla ve gençlikle el ele yapıldı. Hem iktidarın baskıları kaldırıldı. Hem de kültürel açıdan büyük bir değişim yapıldı. O zamana kadar yasaklı olan Nazım Hikmet, Sabahattin Ali gibi şair ve yazarlar serbest kaldı" diyordu.

   1961 Anayasası gerçekten Türkiye'de yapılmış en iyi anayasalardan biriydi. Ömrü uzun sürmedi, sürdürtmediler.

   60'lı yıllar…

   O güzel yıllar...

   Planlı ekonomi ve özgürlükler…

   Üretimdeki bilinçli artış ile gelen sosyal refah, emeğin değerlenmesi…

   En uzak kasabalarda kurulan fabrikalar çalışanlarına hem ekmek, hem insanlık getirmişti.

   Sennur Sezer de o günleri şöyle değerlendiriyor. "60'lı yıllar şiirin altın dönemi. Kimse birkaç şiir yazıp, ben şairim diye oraya çıkmazdı. Şairin saygınlığı vardı. En önemlisi gençler okurdu, çılgınlar gibi okurdu ve merak ederdi. Araştırırlardı. Gençler sinemaya, mitinglere, sevgilileriyle buluşmaya koltuğunun altında bir kitapla giderdi," diyor.

   50'li yılların sonlarında yazarlar ve diğer genç şairler Şükran Kurdakul'un yönettiği Yelken Dergisi'nde toplanıyorlar. Adnan Özyalçıner'in dediğine göre Yenikapı'da Kemal Bey'in kahvesiymiş; gelenler arasında Müjdat Gezen, Yaman Tüzcet, Savaş Dinçel, Metin Akpınar, Eray Canberk'in adlarını sayıyor.

   Eray Canberk o günlerde Sennur Sezer'in aralarına katılışıyla ilgili güzel bir anısını şöyle anlatıyor: "50'li yılların sonu ya da 60'lı yılların başı. Yenikapı'da toplanıyorlar şairler. Tamamen erkekler… Ve bir gün aramıza bir kız katılacak diye bir haber geliyor. Çok heyecanlanıyor herkes. Onun katılacağı gün güzel kıyafetlerini giyiyorlar ve beklemeye başlıyorlar. Bir kadın şair, bir kız şair gelecek"...

   Sonra Eray Canberk şöyle bir duruyor, başını da öne eğiyor: "Kız gelmedi, Sennur Sezer geldi" diyor.

   "Ağrımasa bilebilir miydim yüreğimin yerini," diyor Sennur Sezer. O, kafa tutan, karşı gelen bir şair.

   "Bütün kış çiçek açar Sennur Sezer'in şiiri" diyor eşi Adnan Özyalçıner.

   "Sekiz yüz kişilik bir tersane düşünün. O tersanedeki dört kızdan biriydim. Böylece on altı yaşın bütün çılgınlığı, orada örgütlenme, sendikalaşma gibi oldu. Öteki kızlar çok güzel oya yaparlardı öğlenleri; ben, Sendikacı çırağıydım," diyor Sennur Sezer.  

  

   


 

2 Ekim 2024 Çarşamba

SABAHATTİN ALİ'NİN ÖLDÜRÜLME EMRİNİ KİM VERDİ?

 

 

 

 

   Sabahattin Ali'nin öldürüldüğü günlerde Jandarma Genel Komutanı olan General Şükrü Kanadlı'nın adını duydunuz mu?

   Kanadlı’nın tanınmasına neden olan en önemli görev, 1938 yılı 5 Temmuz günü Hatay’a giren 48. Takviyeli Dağ Alayı’nın başındaki Albay olmasıydı. Bu ve öbür önemli görevleri sırasındaki emir subayı da, kırklı yılların sonlarında Kırklareli’ye göndereceği Milli Emniyet Başmüfettişi Binbaşı Kemal Cantimur idi…

   Kanadlı, Kastamonu - Araç ilçesinden Gürcü kökenli bir ailenin, İstanbul’da 1892 yılında doğmuş, yine orada yetişmiş oğlu… Kuleli Askeri Lisesi’nin ardından Harp Okulu’nu Teğmen rütbesiyle 1912 yılında bitirmiş.

   İlk görev yeri, Arnavutluk isyanını bastırma amacıyla Edirne’den gönderildiği Batı Rumeli…  Batı Ordusunun 11. Tümen’deki 31. Piyade Alayı ve komutanı olduğu 4. Bölük...

   Adına yazılan tek kaynak, 2010 yılında İskenderun’da askerlerin çıkardığı, “Hatay’ın Albay Paşası Ahmet Şükrü Kanadlı” kitabında, “Arnavutluk isyanının bastırılmasında rol oynamıştır,” dese de, Ana Britannica Ansiklopedisi 2. cildinde, “Osmanlı ordusunun kısa sürede yenilmesiyle Arnavutlar 28 Kasım 1912’de Avlonya’da bağımsızlıklarını ilan ettiler,” yazmaktadır.

   Sabahattin Ali’nin babası, Piyade Yüzbaşı Cihangirli Ali Salahattin; Şükrü Kanadlı’dan on yaş büyük ve Arnavutluk isyanını bastırmak için Trablusgarp çatışmalarından döner dönmez Üsküp’e, Prizren’e gönderilmiş.

   Arnavutluk’ta aynı zamanlarda bulunan Teğmen Ahmet Şükrü’nün, komutan ağabeyi Yüzbaşı Ali Salahattin’i tanımaması olası mı?

   31. Alay ve Teğmen Ahmet Şükrü, Osmanlı Batı Ordusu’nun Manastır’dan çekilmesi üzerine Yanya’da Yunan Ordusu ile çatışmalara girmiş. Yaralanıp, esir düşerek 8 ay kalacağı Korfu Adası’na götürülmüş. Esaret sonrası, içinde Irak - Kutülamare savaşı da olan birkaç görev değişikliğinin ardından 1923 yılı başında Halife Abdülmecit’in emir subaylığına getirilmiş. Halifelik kaldırılınca Harp Akademisine girip, 1926 yılında kurmay olmuş.

   Kanadlı, Harp Akademisi’nden sonra Genelkurmay Haber Alma Dairesi 3. Şubesi’de, daha sonra da İstanbul’da bulunan 3. Piyade Alayı 6. Bölük Komutanlığı’nda görevlendirilmiş. 1928’de binbaşı rütbesiyle Edremit’te 4. Tümen Kurmay Başkanlığı’na atanmış.

   Yüzbaşı Salahattin Ali, 1926 güz sonu Edremit’te yaşamını yitirmiş. Okuma yazma oranı ülke genelindeki gibi çok düşük olan, on bin kişilik kasaba Edremit’te; öğretmen olan, öyküler - şiirler yazan, dil öğrenmek için Maarif Vekâleti’nce Almanya’ya gönderilen komutanının oğlunu aramak ve geride kalan ailesini görmeye gitmek, Binbaşı Kanadlı’nın aklına gelmemiş midir?

   Sabahattin Ali Almanya’dan dil öğrenir, gelir ama ‘üzerinize afiyet’ bu arada toplumcu düşünceleri de benimsemiştir. Tek parti döneminin disiplinine uymayan eleştirel öyküleri, şiirleri kendini devlet sananların dikkatini çekmeye başlamıştır. Aydın’da ve Konya’da öğretmenlik yaparken katakulli ile hapse düşer.

   Özellikle hapis damında yaşadıklarını, ‘görüp tanıdıklarını biriktirir’ ve öykülerinde, romanlarında kullanır.

   Şükrü Kanadlı’dan hiç söz etmez, Sabahattin Ali.

   1937 yılı başında askerliğini yapmak üzere Harbiye Yedek Subay Okulu’na gelir.

   Silahlı Kuvvetlerde başka subay yokmuş gibi Albay Kanadlı, bu kez de onun Yedek Subay Okulu komutanıdır. Sabahattin Ali okulda nakliye taburunda iki ay er, altı ay öğrenci olarak eğitim görür.

   Bu okul bugün Harbiye Orduevi’nin bulunduğu binadır.

   Sabahattin Ali’nin askerlik arkadaşı, Çukurova Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Çoban Yurtçu, Kemal Bayram’ın yazdığı “Sabahattin Ali Olayı” kitabında bu günlere dair anısını anlatır:

   “General Şükrü Kanadlı gerçekten disiplinli bir albaydı. Kar, kış demez tüm birlikleri, o yıllarda boş arazi halinde bulunan Zincirlikuyu ve Ayazağa kasrı yönlerine eğitime çıkarır, gece eğitimlerini ise hiç ihmal etmezdi. Hatta bu disiplini yüzünden, tüm bölükleri okulun bahçesinde toplayarak okuduğu, bir de mektup almıştı. Bizlere bizzat okuduğu ve kendisini çok sinirlendirmiş olduğu anlaşılan mektupta biraz tehdit havası vardı. Eğitimin sıkı oluşundan, karda kışta araziye çıkmanın anlamsızlığından yakınılıyor ve şöyle deniliyordu: ‘Bizleri böylesine ezmek istiyorsan şunu bilmelisin, sen, Şükrü Kanadlıysan, bizler de yerde birer aslanlarız.’

   Rahmetli komutanımız, bu imzasız mektubu öfkeyle okuduktan sonra haykırıyordu: - Çıksınlar da görelim bu korkak kahramanları… Kendilerini yiğit sanan bu korkak fareleri.

   Doğal olarak yüzlerce kişilik toplulukta tıs yok. Ve ondan sonraları da eğitim daha da sıklaştırıldı.”

   Sizce de Şükrü Kanadlı’yı çok kızdıran bu imzasız mektubu Sabahattin Ali’den başkası yazmış olabilir mi?

   Harbiye Yedek Subay Okul komutanı, yazdığı öyküler ve şiirleri ve özellikle -o yazdıysa- bu mektubu nedeniyle Sabahattin Ali’nin geleceğiyle ilgili kararları verirken iyi düşüncelerle davranmaz.

   Kuşkusuz Sabahattin Ali’nin de baskıcı yöneticiler için iyi düşünceleri yoktur. Asım Bezirci, Evrensel Basım Yayın’dan 1974 yılında çıkardığı Sabahattin Ali kitabında, “Sabahattin Ali en çok Osmanlı, biraz da tek parti döneminin kimi jandarmaları için olduğu gibi kimi yöneticileri için de pek iyi düşünmez,” der.

   Harbiye Yedek Subay Okul Komutanı Albay Şükrü Kanadlı, Sabahattin Ali’nin okuldan yedek subay olarak değil çavuş olarak çıkarılarak cezalandırılmasını ister.  

   Hıfzı Topuz, Remzi Kitabevi’nden çıkan “Başın Öne Eğilmesin” kitabının 99 ve 100. sayfalarında Şükrü Kanadlı’dan; Sabahattin Ali’nin ‘okuldan çavuş çıkarılması’ olayından söz eder:

   “O yıllarda siyasal nedenlerle fişlenmiş olanlar yedek subay olamıyorlar ve çavuş olarak kıtaya gönderiliyorlardı. Bütün solcular okulda bunun kâbusunu yaşıyorlardı. Sicili bozuk olan Sabahattin Ali de bunun telaşı içindeydi. Bir hafta sonra Ankara’ya giderek Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan ile görüştü ve başına bir bela gelmemesi için yardımını istedi.

   Bakan o akşam hemen Afet Hanım’la (Prof. Afet İnan) görüştü. O da o günlerde İstanbul’a gidiyordu.

   “Lütfen Okul Komutanı’nı görüp kendisine selam ve sevgilerimi iletin,” dedi. “General Şükrü Kanatlı bir zamanlar benim yanımda görev almıştı. Çok değerli bir askerdir. Kendisine benim Sabahattin Ali’ye kefil olduğumu söyleyin. Çocuğun başına bir iş gelirse çok üzülürüm.”

   Afet Hanım Atatürk’ün yakınıydı ve büyük saygınlığı vardı. Sabahattin Ali’yi bakanlıkta tanımış ve çok beğenmişti. İstanbul’a gider gitmez Okul Komutanı’ndan bir randevu alarak kendisine Saffet Arıkan’ın mesajını iletti.

   General Şükrü Kanatlı, “Hay hay Hanımefendi,” dedi. “Sayın Saffet Beyefendi’ye benim büyük saygım vardır. Mesajını emir sayarım. Yalnız şunu bilmenizi isterim, bu dönem İstihbarat Örgütü’nden bize verilen listede adı geçen 10 – 15 yedek subay öğrencinin, sicilleri dolayısıyla kıtaya gönderilmeleri öneriliyordu. Ama Sabahattin Bey’in yedek subay olmasında bir sakınca görülmemişse öteki öğrencilerin de hiçbiri çavuş çıkartılmayacaktır. İlginize çok teşekkür ederim. Beni aydınlattınız.”

   Gerçekten de o dönemde, Sabahattin Ali gibi sicili bozuk olanların hiçbiri çavuş çıkartılmaz.

   Sabahattin Ali, 1938 Nisan’ında Teğmen olarak Eskişehir’e gönderilir.

   10 Kasım 1938 günü Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün cansız bedeni trenle İstanbul’dan Ankara’ya götürülürken, Teğmen Sabahattin Ali Eskişehir Garı’nda emniyet önlemlerini almakla görevlendirilmiştir.  

   Sabahattin Ali ve sicili bozuk arkadaşlarının okuldan çavuş değil teğmen çıkarılmasının ardından üç ay sonra -yazımızın başında belirttiğimiz gibi- Albay Şükrü Kanadlı, 48. Takviyeli Dağ Alayı’nın komutanı olarak Hatay’a girer.

   O günlerde Hitler, Mussolini, Franko faşizminin dünyayı, sadece SSCB’de 22 milyon insanın öldürüldüğü savaşa sürüklemesinin ardından, ülkemizde de Uğur Mumcu’nun deyimiyle, “Kırkların Cadı Kazanı” yaşanmaya başlamıştır.

   Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in esirgemesiyle Devlet Konservatuarı’ndaki görevinde çok etkin ve üretken bir dönem yaşayan Sabahattin Ali, “Kuyucaklı Yusuf”un ardından “İçimizdeki Şeytan”ı ve “Kürk Mantolu Madonna”yı; onlarca öykünün, çevirinin yanı sıra yazıp yayınlar.

   Özellikle “İçimizdeki Şeytan”, Türkçülerin tepkisini çeker. Nihal Atsız’ın, Orhun Dergisi’nde Ali’yi komünistlikle suçlayarak hakaret ettiği gerekçesiyle mahkemelik olması, peşinden Atsız’ın 4 ay hapis alıp öğretmenlikten atılmasıyla Sabahattin Ali, sol’un sembolü haline gelir. “Sol’a vurmak demek Sabahattin Ali’ye vurmak demektir”. Irkçıların boy hedefi olur. Nihal Atsız, Orhun Dergisi’nde Başbakan Saraçoğlu Şükrü’ye açık mektup yazısında, komünistlerin devlet dairelerine kadar sızdığını söyler.

   Ortalık gittikçe karışır. Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’na karşı çıkan “Dörtlü Tahrir” imzacılarından Adnan Menderes, Fuat Köprülü, peşlerinden Refik Koraltan CHP’den ihraç edilirler; Demokrat Parti’yi kurarlar ve Celal Bayar’ı partinin başına getirirler.

   2. Dünya Savaşı’nın faşizmin yenilmesiyle bitmesini coşkuyla karşılayan “sosyalist aydınlar” toplumun gidişi konusunda yönlendirici olmak isteyerek 1945 yılı sonbaharında 3 önemli girişimde bulunurlar:

   1- Haftalık kültür ve güncellik dergisi Gün’ü çıkarmaya başlarlar.

   2- Sabahattin Ali, Esat Adil Müstecaplıoğlu ve sonra Vedat Baykurt’un ortağı olduğu 25 Kasım 1945 günü çıkarılacağı belirtilen ama bir hafta gecikerek 1 Aralık’ta yayınlanan -dört sayılık yaşamı olan- Yeni Dünya Gazetesi çıkarılır.

   3- Sabiha Sertel’in Görüşler Dergisi, 1 Aralık 1945 günü yayınlanır.

   4 Aralık 1945 sabahı Tan olayı patlak verir.

   İktidar yanlısı yayın organlarının kışkırtmalarıyla İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin oluşturduğu ve CHP İstanbul İl Örgütünün çabalarıyla düzenlenen komünizm karşıtı gösteriyle Tan Gazetesi, Yeni Dünya Gazetesi, La Turquie Gazetesi, Görüşler Dergisi ile ABC Kitabevi yerle bir edilir. Benzer olaylar Bursa, İzmir ve Ankara’da da yaşanır.

   Olaylardan sonra birçok sol yayın kapatılırken, Tan Gazetesi’nin sahibi olan Sabiha ve Zekeriya Sertel çifti “toplumu tahrik ederek olaylara sebebiyet verdikleri” gerekçesiyle tutuklanırlar.

   Bu dergi ve gazetelerde yazı yazan devlet memurları bakanlık emrine alınır, kuşkusuz Sabahattin Ali de içlerindedir.

   12 Aralık 1945’te bakanlık emrine alınan Sabahattin Ali kararın kaldırılması için Şura-i Devlet’e (Danıştay) başvurmaz. Görevinden istifa ederek devletle ilişkini keser.

   Sabahattin Ali, memur muhaliflikten, bağımsız aydınlığa geçer; bundan sonra dergilerde edebiyatçı kişiliğine, kavgacı aydın kişiliğini katan yazıları okunacaktır.

   1946 Seçimlerinde CHP 397, DP 61, bağımsız 7 milletvekili ile meclisi oluşturur.

   General Şükrü Kanadlı, ordu birliklerinin komuta kademelerinde yıllarca görev yaptıktan sonra Nihal Atsız ve yaş haddinden emekli olan Fevzi Çakmak’ın destekleriyle 23 Ekim 1947’de Jandarma Genel Komutanı olur.

   Sabahattin Ali, “Yeni Dünya Gazetesi”ni çıkarmak için Edremit’li öğretmen arkadaşı Mustafa Sütuven’den 25.000 lira almıştır. Aziz Nesin ile birlikte, bu paranın da desteğiyle Marko Paşa’yı çıkarırlar. Sabahattin Ali, Marko Paşa sayfalarındaki muhalefetiyle çok etkili bir hale gelir. Anti-emperyalist siyasetin geniş kitlelerce nasıl karşılık gördüğünü kanıtlamış; egemenlerin gözüne korku salan, yönetenleri uykusuz bırakan köşe yazıları yazmıştır.

   Marko Paşa, 150.000 baskı sayısına ulaşmıştır. 21 Sayı çıktıktan sonra “Merhum Paşa”  olarak 1 sayı, “Malum Paşa” olarak 4 sayı, yine “Marko Paşa” olarak 1 sayı çıkar. 4 Sayı “Merhum Paşa”, 4 sayı da “Ali Paşa” olarak toplam 35 sayı basılır. Çıkan sayıların çoğu polis tarafından toplatılır. Derginin başlığının altında, “Polis tarafından toplatılmadığı zaman çıkar” yazmaktadır.

   Sabahattin Ali yazdıklarıyla düzeni rahatsız ettiği için Mayıs 1947 tarihinde Sultanahmet Tevkifhanesi’ne konulur. Kısa bir süre sonra da nedense Üsküdar Paşakapısı’na aktarılır. 10 Eylül 1947 günü de salınır… Sultanahmet’ten Üsküdar’a Berber Hasan Tural ve Ali Ertekin ile tanıştırılması için mi aktarılmıştır?

   Sabahattin Ali’nin yaşamını inceleyip, yazanların hiç mi akıllarına takılmamıştır?

   Sabahattin Ali, Üsküdar Paşakapısı’na aktarılmadan; Berber Hasan Tural kim tarafından ve ne kadar önce oraya konulmuştur?

   O zamanın sinsiliğiyle birileri, Sabahattin Ali için kurgulanan geleceği yaşama geçirir.

   Zincir halkaları, ayırdına varmadan sarar Sabahattin Ali’yi. Önce sözde dostları Cimcözler girer aklına; Biz ortak oluruz, kamyon al… Edirne’den, Kırklareli’den peynir al, İstanbul’da sat derler. Sonra Berber Hasan Tural ile tanışır. Berber Hasan da, “Tanıdıklarım var, Bulgaristan’a çok insan kaçırdım’ der.

  Kırklareli Sorgu Yargıcı Hüseyin Tarhan’ın iyi tanıdığı, ordudan atıldığı 1945 yılına kadar Kırklareli’de görev yapan, sonra İstanbul’da yaşayan Süvari Astsubay Çavuş Ali Ertekin akıllara gelir.

   Bütün düzenleme hizmetini de Kırklareli’de, Kepirtepe Köy Enstitüsü öğrencisi Nazif Karaçam’a yaptırırlar. İstanbul’a gönderilişinin belgesi Kepirtepe Köy Enstitüsü’nde kişisel öğrenci dosyasında duruyor…

     Enstitü Müdürü tarafından 11. 8. 1947 gününde kurula havale edilen Nöbetçi Öğretmen Nazmi Aybar’ın raporu ile 4/C sınıfından 617 numaralı Nazif Karaçam’ın bavulunda bulunan ekli tutanakta adları yazılı kitaplar hakkında Eğitimbaşı’na verdiği yazılı ifadesi okundu.

  Bir diyeceği olup olmadığı Nazif Karaçam’dan soruldu.

  1- Nazif Karaçam kitap okumaya çok meraklı olduğunu kitap alacak parası bulunmadığını bu bakımdan kendisine ait olmayan dokuz kitabı habersizce aldığını ve köylüleri ile köyüne gönderdiğini ve bunları sahiplerine geri vermek niyetinde olmadığını açıkça itiraf etmiştir.

  Netice: Nazif Karaçam’ın bu hareketi yönetmeliğin 5. ve 20. fıkralarında yazılı ve doğrudan doğruya suç sayılan işlerden olması dolayısıyle yaşı ve sınıfı da göz önünde tutulmuş ve hareketlerinden hiçbir suretle nedamet hissi göstermediği dikkate alınarak Yönetmeliğin 122. maddesinin (i) fıkrası gereğince 18/8/1947 gününden başlamak üzere 20 gün müddetçe geçici olarak Enstitüden çıkarılmak suretiyle cezalandırılmasına oy birliğiyle karar verildi.”  

 


   Sabahattin Ali 10 Eylül’de salınacağına göre Hasan Tural ve Ali Ertekin’i görevlendirme işi için 20 gün Nazif’e yetecektir.

   Namuslu olmak ne zor şeymiş” derdi Sabahattin Ali... 

   41 Yaşında idi. Yaşamlarını yönlendiremediği sadık bir eşi ve çok sevdiği bir kızı vardı.

   Bir şekilde getirildiği Kırklareli’de öldürüldü.

   Öldürülüş şeklini kamuoyuna istedikleri gibi bildirme sorununu da bir hafta okuldan uzaklaştırarak Nazif’le giderdiler. Nazif’i İstanbul’a, Ali Ertekin’e göndererek cinayeti üstlenmesini istediler. O belge de aynı yerde…

   Kepirtepe Köy Enstitüsü disiplin kurulu 24. 3. 1948 günü toplandı. Enstitü Müdürü tarafından kurula havale edilen nöbetçi ve küme öğretmeni Cavit Tütengil’in raporu okundu.

  Raporda adı geçen 617 numaralı Nazif Karaçam kurula alındı.

  Hayvan ahırlarında nöbetçi bulunduğu sırada hiç kimseden izin almaksızın Lüleburgaz’a kaçtığını itiraf etmesi üzerine netice düşünüldü.

  Nazif Karaçam’ın hareketi yönetmeliğin 119. Maddesinin 26. Fırkasındaki doğrudan doğruya suç sayılan hareketlerden olması nedeniyle 24. 3. 1948 tarihinden başlamak üzere bir hafta müddetle geçici olarak enstitüden uzaklaştırılmak suretiyle cezalandırılmasına sözbirliği ile karar verildi”.

 


   Sabahattin Ali’nin 100. doğum yılı nedeniyle 28 Şubat 2007 Çarşamba günü TBMM Genel Kurulu’nda söz alan Denizli Milletvekili Sayın Mustafa Gazalcı: “Eğer Sabahattin Ali cinayeti bilinmezlerin arasında bırakılmayıp aydınlatılsaydı daha sonra zincirleme yitirdiğimiz onca bilim insanı, yazar, gazeteci salt düşüncelerinden dolayı belki de öldürülmeyecekti.” demişti.

   Kimdi bu insanlar?

   Doğan Öz, Bedreddin Cömert, Abdi İpekçi, Cavit Orhan Tütengil, Ümit Kaftancıoğlu, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı…

   Bağımsızlığı, laik ve demokratik düzeni savunan Atatürkçülerdi…

   Savundukları düşüncelere karşı çıkan, kendini devlet sanan sonradan araştırılmayan, unutturulmak istenen karanlık kişilerce öldürüldüler.

   Araştırdığınızda göreceksiniz General Şükrü Kanadlı’nın adı da; Sabahattin Ali’nin yaşamını yazanların, onunla ilgili çalışmalar yapanların, yapıtlarında pek karşınıza çıkmaz. Dikkatlerinden mi kaçmıştır, başka bir etken mi vardır bilinmez…

   Sabahattin Ali’nin öldürülmesini üstlenen Ali Ertekin’i Kırklareli Ağır Ceza’da yargılayan Yargıçlar Kurulu Başkanı Salih Zeki Cankır, üyeler Cemil Tolunay ve Muhlis Çöven… Savcı Hayri Ayışık. Sorgu Yargıcı Hüseyin Tarhan bu konuyu bilmezler mi?

   Emniyet Müdürü Behçet Kutertan'mıdır?

   Ülgen Alp Balkan'ın adı bu olaylarda geçmiş midir?

   Sözüne güven yoktur ama Ali Ertekin sorgusunda: “Kırklareli’de Sedat bey vardı, Emniyet Amiri. Galatasaray Kulübünde idarecilik yapmış!” diye adını vermişti. Bu bey bu zamanlarda Galatasaray’in 5 dönem başkanlığını yapan Sedat Ziya Kantoğlu mudur?

   Emniyet Amiri, Milli Emniyet Başmüfettişi Kemal Cantimur ve İstanbul’dan gelenlerle birlikte Sabahattin Ali sorgusuna katılmış mıdır?

   Sabahattin Ali’yi katleden bu kadro dört yıl sonra Kırklareli’de, Köy Enstitüleri’nin kapatılması ile görevlendirildi.

   Emniyet Müdürü değiştirilmiş, yerine Şubat 1952’de Fevzi Çakmak’ın yeğeni Adnan Çakmak getirilmişti. Davayı güçlendirmek için, “Türkçülüğün Zonguldak’tan yükselen sesi” Savcı Yardımcısı İsfendiyar Baruönü Kırklareli’ye atanmıştı.

   Köy Enstitüleri arasından “komünist yaratma” amaçlı Köylerimizi Kalkındırma Derneği Kırklareli Şubesi Davası 1951- 1953 yılları arası Kırklareli’de aynı kadro ile kurgulandı ve yaşama geçirildi

   General Şükrü Kanadlı 1951 yılı sonunda Kara Kuvvetleri Komutanı olmuştu.

 

                                                                                    Hüseyin Kenan GÖREN

24 Ocak 2024 Çarşamba

Süleymaniye'ye Doğru


Fotoğrafı görünce daldım gittim…
O günlerde, o kapıdan geçtiğim anlara tanıklık eder gibi: “1980 kışında Süleymaniye’ye doğru” demişler fotoğrafın alt başlığında.
Veznecilerden sapıp, Bozdoğan Kemeri’nin altından geçip Süleymaniye’ye doğru giden daracık yol burası…
1980 yılında bir yıl çalıştığım Süleymaniye Kütüphanesi ile yatıp kalktığım Samatya’daki eve bu yoldan yürüyerek gidip gelirdim.
Fotoğrafı görünce kırk yıllık anılar ardı sıra düştü gözümün önüne…
1979 Yılında Ankara’da üniversiteyi bitirip, 22 Ekim günü Kültür Bakanlığı’nda o güzel insan Ahmet Taner Kışlalı’nın basın bürosunda çalışmaya başlamıştım.
Yirmi gün sonra Ecevit’in üçlü koalisyonu devrildi, 2. Milliyetçi Cephe hükümeti kuruldu. Birkaç haftalık devlet memurluğumda ilk sürgünü özel kalemden Tanıtma Yayınlar Dairesi’ne geçirilerek yaşadım. O gün Tanıtma Yayınlar Dairesi Başkanı olan Adnan Binyazar görevden alınmış, bizleri toplayarak ömrüm boyunca unutamayacağım veda konuşmasını yapmıştı.
120 Can’ın katledildiği Kahramanmaraş olaylarının yıldönümü olan 19 Aralık günü Bakanlıkta yemek boykotu yaptık.
Tanıtma Yayınlar Dairesi’ne Kırklarelili olduğunu duyduğum Melin Has Er adlı bir bayan getirilmişti. Bizleri o kış, kapısında “Düzelti Odası” yazan bir salona kapadılar.
Yaptıkları ilk iş, “Ulusal Kültür” dergisinin adını “Milli Kültür” olarak değiştirerek 12. sayıdan itibaren yine basmaya başlamak olmuştu.
O “Düzelti Odası”na bizi kapamışlardı ama biz hiç boş durmamıştık. Bedreddin Cömert’in ‘Croce’nin Estetiği’, Roland Barthes’in ‘Göstergebilim İlkeleri’, Ülker Köksal’ın bir çocuk kitabı olan ‘Barış Gezegeni’, Hoca Sadeddin Efendi’nin beş ciltlik ‘Tacüt Tevarih’, Selim İleri’nin hazırladığı ‘İlkgençlik Çağına Öyküler’ kitaplarının baskılarını heyecanla tamamlamıştık.
Bir gün arkadaşlardan biri elindeki ‘Milli Kültür Dergisi’nin 1979 Aralık sayısını sallayarak odaya girdi. “Bunlar ezanın ne ile başladığını bile bilmiyorlar!” diyordu. Daire Başkanı Melin Has Er derginin başyazısında, “Ezan kelime-i şahadetle başlar” yazmıştı.
Ertesi gün başta Cumhuriyet olmak üzere birkaç gazetenin birinci sayfasında bu haber çıktı.
Kısa zaman sonra ‘Düzelti Odası’ndan 3 memur sürgün edildi. Erzurum, Kars, Ardahan beklerken, şaşırtıcı şekilde Vecdet, İstanbul Fatih Kütüphanesi’ne, Şahika Kariye Müzesine ve daha ‘asaleti tasdik’ edilmeyen ben Süleymaniye Kütüphanesi’ne gönderildik.
Yeni işyerlerimize “militanlar geliyor” duyurusu yapılmış, bizden önce hedef gösterilme haberleri gitmişti.
1980 yılı içinde 12 Eylül darbesini de yaşadığım bir yılı İstanbul’da geçirmiştim.
El yazması kitapları okuyabilecek düzeyde Osmanlıca öğrendiğim Süleymaniye Kütüphanesi yaşamımda önemli değişiklikler yapmıştı.
Fotoğrafta gördüğünüz yol; Veznecilerden sapıp, Bozdoğan Kemeri’nin altından geçip Süleymaniye’ye doğru giden o daracık yol, toplu taşımı kullanmayıp onca hava kirliliğine aldırmadan aylarca yürüdüğüm yoldu. 

 

8 Şubat 2022 Salı

O İNSANLARIN KEMİKLERİ NEREYE GİTTİ?

 

O İNSANLARIN KEMİKLERİ NEREYE GİTTİ? 

Sonra… Toprağın üstüne serilmiş yüz binlerce insanın kemikleri

 toplanmış, İngiltere bu kemikleri alarak kaliteli porselen

 yapımı için ticari mal değerlendirmesiyle kullanmıştı. (1)

 

  

   Eski adıyla Türkbey’deki evimde, yatak odamın penceresini her açtığımda -şimdi köylerin çöplüğü olarak kullanılan- Balkan Savaşı’nda Bulgar komutanların tanımına göre “66 Rakımlı Tepe”yi ve yüz on yıl önce kazılmış o siperlerin kalıntılarını görürüm.

   Istranca’dan, Mahya Tepe eteklerinden doğan “Karaaağaç Deresi”, Türkbey’in yanından geçip Ergene’ye akar. Yazın sulamalardan dolayı suyu azalsa da; sonbaharda, hele de kabına sığmayacak yağmurlardan sonra bol sulu, yüksek ağaçların arasından akıp giden geniş yataklı bir deredir.

   Pınarhisar’dan Lüleburgaz’a doğru uzanan dereyi geçip ilerleyecekseniz, öte yandaki zorlu bayıra tırmanmanız gerekir.

   Dere boyunca kilometrelerce uzanan bayırdan attığınız her taş dereye düşer.

   Karşı bayırda boş yer yoktur. Her yer ekenek; o zamanlar bağlıktı şimdi gündöndülük, buğdaylık…

   Çevrede, sağlam yağan yağmurun sonrasında topraktan fışkıran mermi kovanları, kırık tüfekler, paslanmış fişek yığınları, süngüler, mataralar tarlaları süren traktör pulluklarına takılır da, nedense hiç savaşta ölmüş insanların kemikleri bulunmaz!

   Oysa 1912 yılı Ekim ayı sonu dört gün, bu topraklarda kendiliğinden oluşan elli km.’lik ‘Osmanlı Savunma Hattı’ boyunca Balkan Savaşı’nın en kanlı çarpışmaları yaşanmıştır. Bulgar kaynakları, bu savaşta 2536 Bulgar askerinin öldüğünü ama yaşamını yitiren Osmanlı askerlerinin sayısını kestirmenin olanaksız olduğunu yazarlar. (2)

   Savaş süresince Osmanlı cephesindeki subayların %75’inin de içinde bulunduğu elli bin askerin öldüğü söylenir. (3)

   1. Balkan Savaşı 18 Ekim 1912 günü Bulgaristan’ın Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etmesiyle başlar. 24 Ekim’de o zamanki adıyla Kırkkilise, direniş olmadan teslim alınır. Gazetecilik göreviyle bölgeye gelen, tarafsız yazılarıyla savaşı okuyucularına aktaran Lev Troçki: “Türklerin Kırkkilise’de tutunma gibi bir hesapları yoktu ve orayı esas olarak zaman kazanmak için savunmuşlardı,” der. (4)

   Bulgar komutanlar Kırkkilise’nin kolaylıkla teslim alınmasına şaşarlar ve başarıyı ödüllendirmek için olsa gerek orduya üç gün izin verirler.

   Bulgarlar, güneye indikçe; Babaeski’ye, Lüleburgaz’a yaklaştıkça bulduklarına daha çok şaşırırlar. Sorunsuz işleyen tren yolu, üzerinde cephane yüklü iki tren katarı, çamura saplanmış onlarca top, bol miktarda erzak savaşmadan onların olur.

   Bulgarlar bölgede ilk kez, 28 Ekim 1912 günü Karaağaç Deresi’ni aşıp bayıra tırmanınca

Osmanlı askerleriyle karşılaşırlar. Sonra başlar mitralyöz ateşleri, top-tüfek sesleri; şarapnel patlamaları; yaralanan insanların çığlıkları, inlemeleri… 

   Bizim karşı bayırın üstü tam dört gün boyunca Osmanlı askerlerinin, derenin beri yanı ise Bulgar askerlerinin olur.

   28 Ekim 1912 gecesi için Bulgar 3. Ordu komutanı General Dimitrief, emrindekilere 7 maddelik buyruk verir: “Gece için emniyet hattı 66 rakımlı tepedir (Türkbey’in 3 km. doğu-güneyinde)” der. “4. Ve 6. Tümenler arasında irtibat noktası 66 rakımlı tepedir(5) , diyerek bizim “66 Rakımlı Tepe”yi hedef gösterir.  

   Bulgarlar için savaşın pembe günleri orada biter; 28-29 Ekim günleri çok zorlamalarına karşın elli km.’lik ‘Osmanlı Savunma Hattı’nı delemezler.

   29 Ekim 1912 gecesini gazeteci, tarihçi, yazar Aram Andonyan, 4. Kolordu komutanı Abuk Ahmet Paşa’nın ağzından şöyle anlatır:

   Ve gece oldu. Abdullah Paşa, hayırlı haberler almıştı 3. kolordudan. Ertesi günü beklemek üzere askerlerine dinlenmeye çekilme emrini verdi. Bulgarlar da ateşi kesmişlerdi. Osmanlı sol kanadının komutanı Abuk Paşa sonradan şunları anlattı:

   ‘O zaman, askerlerimiz dinlendiler, siperlerde uykuya daldılar; fakat gece yarısına bir saat kala, mevzilerimiz hakkında çok iyi bilgiye sahip bulunan Bulgarlar, yeniden saldırıya başladılar. Öncülerimizin 300 m. kadar yakınına sokulduktan sonra projektörlerini siperlerimize yönelttiler. Gözleri kamaşan askerlerimiz, Bulgarların nerede bulunduklarını bilemiyorlardı, oysa Bulgarlar çok iyi görüyorlardı ve bizi gafil avlamayı başardılar.’

   Olan şuydu: General Dimitriyef, 6. tümenin henüz muharebeye katılmamış taze elemanlardan oluşan birliğini ateş hattına sürmüştü. Bu birlik, karanlıktan yararlanarak Türkbey tepesinden inmiş ve saldırıya geçmişti. Bulgarlar hiç ateşli silah kullanmadılar. Yalnız süngü ile hücum ettiler…(6)

   Abuk Ahmet Paşa’nın anlattıklarına karşın savaştan sonra “Bulgaristan Harbiye Nezareti Genelkurmay Dairesi Harp Tarihi Encümeni’nce yayınlandığı” ilk sayfasında belirtilen kitap: “Ordunun elinde bulunan pırıldaklar muhtemelen kıtaların varlığını ifşa etmek maksadıyla kullanılmamışlardır, (7)  diye yazar ama örnek olayda okunduğu gibi Bulgarlar acımasızca projektörleri kullanırlar.

   ‘Osmanlı Savunma Hattı’; acemi askerlerden oluşan Uşak, Kastamonu ve İzmit redif birlikleri tarafından savunulan “66 Rakımlı Tepe”de, bu olayla ilk kez delinir ve önlerinde engel kalmayan Bulgar ordusu, geride savaştan ve hastalıktan ölen binlerce insan bedeni bırakarak Kasım ayı ortalarında Çatalca’ya varır.

   Yıl 1912…

   Sonra… Toprağın üstüne serilmiş yüz binlerce insanın kemikleri toplanmış, İngiltere bu kemikleri alarak kaliteli porselen yapımı için ticari mal değerlendirmesiyle kullanmıştı.” (1) Yazımı, “Yedinci Bayrak” kitabındaki paragraf ile böyle tamamlıyor değerli yazar Ayla Kutlu…

   Sayın Ayla Kutlu ile hemen iletişim kurduk.

   Yüreğimizdeki şüpheyi giderecek, kitabındaki bilgiyi sağlamlaştıracak kaynakları sorduk.

   Sayın Kutlu’nun sıcak, içten yanıtı düşümüzde başka kapılar açarak geldi: “O sırada Ankara Radyosu’nda Drama Şubesi Müdürü Yahya Akengin anlattı: Balkan Savaşlarından sonra, İngiltere’de yayınlanan bir gazetede, ‘Bristol kentindeki porselen fabrikasına porselen yapımında kullanılmak üzere bir gemi dolusu Osmanlı askerlerinin ve halkının toprak üstünde kalmış kemiklerinin getirildiğinin yazıldığını’ söyledi. Ben anlatımımın ardında, kitabımın kaynakçası olan eserlerden birinde bu haberi gözümle gördüm. Ama şimdi hangisinde gördüğümü hatırlamıyorum. Aradan epey zaman geçti ve kitap beni çok yordu.

Yine de bugün iletinizi aldıktan sonra size çok güvenilir bir uzman kaynaktan teyit ettirdiğim bu gerçeği iletmekten dolayı içim rahat. Ülkemizde birkaç üniversitede ‘Tasarım’ bölümlerini kuran gerçek bir aydın ve çok çalışkan bir hoca olan, dostluğuyla onur duyduğum Önder Küçükerman’a teyit ettirdim,” dedi.  

   Düşman da olsa, ölen insana saygı; bırakın dini gerekleri en azından insanlık gereğidir, değil mi?

   Boşuna uğraştığımı bile bile, o yıllarda Tekirdağ Limanı’ndan İngiltere Bristol’e giden gemilerin olup olmadığını araştırdım. Belki sararmış defterlerde bir kayıt, tozlu sandıkların içinden çıkacak bir konşimento…

   İngilizlerin bu ‘porselen sevdası’ aklıma takıldı; yine ‘16. yüzyıldaki “Lale soğanları” çılgınlığı’ gibi, ‘15. yüzyılda en yüksek kubbeyi yapmak’ gibi Batı’nın Doğu’ya özentisi miydi?

   Kaliteye ulaşma demeyin; bence, onlardan daha iyi olduklarını sanıp, bu duyguyu kendilerine kanıtlama uğraşıydı.

   Çin’de üç bin yıl önce de porselen yapılıyordu. Zamanla elde edilen deneyimle 14. yy’ın başında yüksek kalite mavi ve beyaz ürünler üretiliyordu. Avrupalılar, Çin’den ihraç edilen porselenleri taklit etmeye, tıpkılarını üretmeye epeyce uğraşmışlar.

   Masalı duymuşsunuzdur: “Çin Kralı’nın en sevdiği cam gibi porselen tabak, sarayda kazara kırılmış. Kralın bol vaatleriyle, ülkenin tüm porselen ustaları tıpkısını yapmaya uğraşmışlar. Fırınlar ayrı derecelerde ateşlenmiş, kumu, kili, çamuru ayrı bölgelerden getirilip denenmiş ama hep boşuna… Gururlu bir porselen ustası gün boyu uğraşına karşın aynı rengi tutturamayınca hazırladığı eskiz ile birlikte akşamdan fırına girer. Sabah çırakları ustayı bulamazlar ama Çin Kralı’nın en sevdiği cam gibi porselen tabak fırının içindedir.”

   Josiah Spode adlı bir İngiliz de bu Çin masalını duymuş olmalı ki, 19. Yüzyıl başında porselen üretiminde ilk kez kemik tozu kullanır. (8)  

   Harcına Avrupa’da bulunmayan kaolen yerine kemik tozu katmak, porselenin darbelere ve ısı değişikliklerine karşı dayanıklılığını; camsı yapısını, beyazlığını arttırıyormuş.  

   Porselen üreten İngilizlerin kemik gereksinimlerine ülkelerindeki hayvan sayısı yetmeyince gözlerini dünyaya dikmişler.

   Kemik porseleni üretiminin arttığı günlerde, “93 Harbi”, “Plevne Savunması” yaşanır ve İngiliz porselencileri bu savaşlara bir başka gözle bakarlar.

   İngiliz gazeteleri telgraflarla anında haber gönderebilen çok sayıda gazeteciyi, savaş sahnelerini canlandıracak ressamları gönderip savaşı İstanbul’dan daha sıkı izlerler. Her sabah kahvaltılarını yapan İngiliz asılzadeler, gazetelerinden Plevne Savunması’nı okurken, savaşın adına “The Breakfast War (꞊Kahvaltı Savaşı)” derler. (9)   

   İngiliz gazeteciler habercilik görevlerinin yanı sıra savaşı kızıştırmak, karıştırmak gibi başka işler de yaparlar.

   O günlerde General Skobelof’ın yanında meşhur İngiliz Gazetesi ‘Deyl Niyuvz’un bir muhabiri (Seamus Mc Lafin) vardı. Bu adam gazetesine Türkler aleyhine bir sürü havadis veriyordu. Bu gazete ile ‘Taymis’ gazetesinin Türkler aleyhindeki yazılarla dolu sayılarından dörder tane ayırarak ve mavi kalemle çizerek Osman Paşa’ya gönderdi.” (10)  

    Osman Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu, Rus ve Romen ordularına karşı 45 gün boyunca Plevne’yi savunur.

   Bir yanda leş bekleyen akbabalar gibi ortalıkta dolanan art niyetli sömürgenler, öbür yanda sömürgenden medet uman Padişah…

   Padişah, “Vid Vadisi’nde seksen bin insanla birlikte Gazi Osman Paşa’nın da öldüğü” yalan haberi geldiğinde naaşların İstanbul’a getirilmesi için bile İngiltere’den yardım bekler. “Gazi Osman Paşa’nın naaşlarını İstanbul’a getirmek için İngiliz aracılığıyla temasta bulunulmuştur.” (11)  

   İngiliz porselencilerin, Plevne Savunması’nda ölenlerin bedenlerini alıp götüreceğinden Padişahın haberi olmaz mı?

   Yıl 1878…

   Yazmışlar işte: “Plevne’deki savaş ressamlarından biri olan İrving Montagu, 1879’da bir Bristol gazetesinde şöyle bir haber okumuştu: ‘30 ton insan kemiği Plevne’den Bristol limanına getirilmiştir.’ Ufacık bir Balkan kasabasını ele geçirmek ve savunmak için hayatlarını verenler, İngiliz topraklarını gübrelemekte kullanılıyordu”.  (12)   

 

 

                                                                                       Hüseyin Kenan GÖREN

 

 

 

  (1)   Ayla Kutlu, Yedinci Bayrak. Bilgi Yayınları, 2. Baskı. Ankara 2016, s.368

  (2)   Türk - Bulgar Harbi 3. Cilt. İstanbul Askeri Basımevi 1945, s. 385

  (3)   Fatih Kerimî, İstanbul Mektupları, Hazırlayan: Dr. Fazıl Gökçek, Çağrı Yayınları, İstanbul 2001, s. 68

  (4)   Lev Troçki, Balkan Savaşları. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. İstanbul 2012, s. 256

  (5)   Türk - Bulgar Harbi 3. Cilt. İstanbul Askeri Basımevi 1945, s. 92

  (6)   Aram Andonyan, Balkan Savaşı. Aras Yayıncılık, 3. Baskı. İstanbul 2021. s. 489

  (7)   Türk - Bulgar Harbi 3. Cilt. İstanbul Askeri Basımevi 1945, s. 391

  (8)   Prof. Önder Küçükerman, Dünya Saraylarının Prestij Teknolojisi Porselen Sanatı. Sümerbank Genel

          Müdürlüğü yayını. Ankara 1987, s. 32

  (9)   Rupert Furneaux, Tuna Nehri Akmam Diyor. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 2. Baskı. İstanbul 2021.

          Kitabın özgün adı.

(10)   A. Hilmi Yücebaş, Gazi Osman Paşa ve Plevne. Kenan Matbaası, İstanbul 1943, s. 44
(11)   Mahmut Talat Bey, Plevne Müdafaası. Babıali Kültür Yayınları, İstanbul 2008, s. 14-15

(12)   Rupert Furneaux, Tuna Nehri Akmam Diyor. Milliyet Yayınları 2. Baskı. Şubat 1972, s. 298 

 

17 Mart 2021 Çarşamba

SANIRSIN Kİ; KAKAVA İLE HIDIRELLEZ AYNI!



Kızdım sana Bektaş Can…

Ne işin vardı Edirne’de; Tunca Nehri’nin soğuk sularında?

Dizlerine kadar girmişsin Kırklar’ın Şeytan Deresi’ne…

Gördün mü “Babafingo”yu?

Oysa atalarımızın yüzyıllardır kutladığı ne güzel geleneğimiz vardır, unuttun mu?

6 Mayıs oldu mu, daha güneş doğmadan coşkuyla, elele doğaya koşardık. ‘Hıdır ile İlyas’ derdik, ‘baharın müjdesi’ der, yeşil söğüt dalları takardık komşu kapılarına…

Hani, o gün gelen Hızır Baba'nın türlü çiçeklerden örülmüş bir cüppesi vardı; bastığı yerlerde güller açardı, güneşle birlikte bülbüller ötmeye başlardı…

Çocuklarımız da, o heyecanı yaşarlardı Bektaş Can...

Belediyenin odunlarıyla tutuşturulan Kakava ateşine benzemez; onlarca ateş yakılırdı su boylarında, üstünden atlanırdı unuttun mu?

Hıdırellez sana yetmiyor muydu Cancağızım; Kakava’yla senin ne ilgin var?

Gidersin elbet, kalabalığı da görünce…

Gelenlerden para kazanacaklar ya; taşırlar insanları Bursa’dan, İzmit’ten, Çanakkale’den, İstanbul’dan…

Edirne Belediyesi, Kırklareli Belediyesi yapar günlerce düzenlemeyi; koşar gelir günlük yaşamın sıkıntılarından bunalmış insanlar.

Köfteyi, ciğeri yerler; rakıyı içerler, göbeği atarlar.

Bakarsın şenlik var, hoşuna gider…

Sanırsın ki; Hıdırellez ile Kakava aynı!

Öyle mi?

Değil Cancağızım, değil…

“Aynısı” diye sana yutturmaya çalışanlara inanma.

İnanırsan, işte o zaman unutursun Hızır ile İlyas’ı…

Atandan kalan kültüründür, gücündür o senin.

Hıdırellez’i unuttun mu, yitirirsin benliğini...

Kültürünü yitirmeni sinsice isteyenler vardır; gözünü, kulağını, aklını kullanmazsan sen duymazsın, görmezsin, bilemezsin.

Belediyeleri bağlarlar, seçilmişleri yönlendirirler anlamazsın.

Sömürgen güçler, küresel kuruluşlar, ‘Heinrich Böll Stiftung’ vardır arkalarında.

Anladım, sen bilmezsin Almancayı, bil; Stiftung vakıf demektir.

Belki belediyedekiler, seçilmişler de bilmez. Vakıftan düzenleme paraları gelir ya…

Paraları boldur, gözleri de senin o güçlü kültüründedir Bektaş Can…

Paraları dağıtarak demokratikleştirme derler; bölüp - sömürgeleştirme isterler.

Unesco’ya, ‘İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası Listesi’ne senin Hıdırellez’ini değil, Kakava’yı aldırırlar.

Sen bilmezsin.

Sen ‘Hıdırellez’i unut, Kakava’ya gel’ isterler. “Gel, ye, iç, göbek at. O anı güzel yaşa, başka şeye karışma” derler.

Dönüştürmeye, yabancılaştırmaya uğraşırlar, anlamıyor musun?

6 Mayıs’ta üç fidanı neden astılar Bektaş Can, tam o güne neden denk getirdiler?

Yirmi yıl önce, 6 Mayıs’ta göbek atacakları Kakava Şenlikleri var mıydı?

Senin kültürünü sana unutturmak, karıştırmak, zayıflatmak isterler.

Önce kulak asmaz, önemsemezsin; sonra zamanla alışıp uyarsın onlara. Dikkat et, uyma!

En kötüsü kirliliğe alışan gözdür, Bektaş Can.

Hele de o göz kirliliğe doğmuşsa…

Görmez, rahatsız olmaz, tepki göstermez olur.

Böyle durumda önce dilini yitirir insan, toplumları birbirinden ayıran ve onlara toplum olma özelliğini kazandıran kültürünü, geleneklerini yitirir…

İnsanlığını…

Arap kültürünü veya batı kültürünü toplumumuza dayatarak senin kültürünü yitirmeni istemeleri dünün, bu günün işi değil elbette…

Suratını asma, ‘Tüm yanlışı sen yaptın, kötülüklerin sorumluluğu sendedir’ demiyorum Cancağızım.

“Benim Kâbem insandır” diyen, yaşamı boyunca hiç hacca gitmeyen Bektaş Veli’yi 13. yüzyılın başından bu yana “Hacı” yapmadık mı?

14. yüzyılın ortalarında Trakya’da ‘şeyhlik’ mi vardı da, Simavna Kadısıoğlu Bedreddin Trakya’nın ilk ve son şeyhi oldu?

Onları şu anda bile böyle anmıyor muyuz?

Anadolu kültürünü benimseyen, o kültürü yaşamak isteyenler bilmeli; yüzyıllardır kültürel değerlerimizi sultan, seyit, imam vb. gibi Arap önadları ile anmak bizim yanlışımız.

Dinci faşistlerce katledilen eski Kültür Bakanı Ahmet Taner Kışlalı, döneminde yayınladığı kitapların önsözünde, “Kültür, toplumu oluşturan bireylerin duyuş, düşünüş ve davranış birliğidir” diye tanımlamıştı.

Bu birlik ülkelerin zengin veya fakir olmasının ana etkenlerinden biridir.

Devletlerin yaşı, doğal kaynaklarının var olup olmaması, coğrafi konumu, yaşayanların ırk ve deri rengi o ülkenin zengin veya fakir olmasının etkeni değildir.

Uzun yıllar eğitim ile topluma işlenen duyuş, düşünüş ve davranış birliğidir; yani kültürdür.

Bektaş Can, unutmamamız gereken, çocuklarımıza aktarma yükümlülüğümüz bulunan kültürümüz, bir anda oluşmadığı gibi, atalarımızın Anadolu’ya geldiklerinde de hazır buldukları bir olgu değildi.

Anadolu’nun eski halkları, 10. yy’da Orta Asya’dan göç etmek zorunda bırakılan Türkmenleri karşıladılar; inançlarını, göreneklerini, geleneklerini benimsediler.

Yaşama bakışlarıyla, türküleriyle, sazlarıyla gelenler Anadolu’da yaşayanlarla kolaylıkla kaynaştılar.

Bu güne, “insana sevgi, bilgiye sevgi, aydınlığa sevgi” ilkeleriyle taşınan kültürümüz zaman içinde dinsel, mezhepsel ayrım düzeyine daraltılarak bastırılmaya, unutturulmaya çalışıldı. Dün olduğu gibi yarın da Trakya’daki Kakava örneği gibi bulanıklaştırılmaya, yabancılaştırılmaya, dönüştürülmeye çalışılacak.

Cancağızım, bunu önlemek için ne yapmak gerek biliyor musun?

Bilmek gerek…

Sen Kakava’nın ne olduğunu, bekledikleri ‘Babafingo’nun sana bir yarar sağlamayacağını okuyup öğrenseydin oraya gitmezdin, Tunca Nehri’nin veya Şeytan Deresi’nin soğuk sularına girmeyi düşünmezdin.

1980 Darbesi’nin ülkemize verdiği en büyük zararlardan biri kitapları kötülemesiydi.

Onlar bilgiden korktular Bektaş Can, bilginin yaşamı güzelleştirmesinden korktular…

Anımsarsın o yıllardan sonra uzun zaman kitap okuyanlar devlet düşmanı gösterildi.

Oysa kitap insanlığın belleğiydi, Cancağızım...

Bilirsin, zaman içinde her şey unutulabilir ama yazıya geçmiş, belge niteliği kazanmış “söz” sonsuzlaştırılır.

Bilgi kültürdür, bize de bu gerek…

Can dostum Halk Ozanı Kaplani’nin dörtlüğü ile hoşça kal diyorum, Bektaş Can…



“Karanlıksa halkın üstüne çöken,

Cehalettir toplum belini büken,

Zulmü sürükleyip ummana döken,

Bentleri yıkacak sel olur musun?”