8 Şubat 2022 Salı

O İNSANLARIN KEMİKLERİ NEREYE GİTTİ?

 

O İNSANLARIN KEMİKLERİ NEREYE GİTTİ? 

Sonra… Toprağın üstüne serilmiş yüz binlerce insanın kemikleri

 toplanmış, İngiltere bu kemikleri alarak kaliteli porselen

 yapımı için ticari mal değerlendirmesiyle kullanmıştı. (1)

 

  

   Eski adıyla Türkbey’deki evimde, yatak odamın penceresini her açtığımda -şimdi köylerin çöplüğü olarak kullanılan- Balkan Savaşı’nda Bulgar komutanların tanımına göre “66 Rakımlı Tepe”yi ve yüz on yıl önce kazılmış o siperlerin kalıntılarını görürüm.

   Istranca’dan, Mahya Tepe eteklerinden doğan “Karaaağaç Deresi”, Türkbey’in yanından geçip Ergene’ye akar. Yazın sulamalardan dolayı suyu azalsa da; sonbaharda, hele de kabına sığmayacak yağmurlardan sonra bol sulu, yüksek ağaçların arasından akıp giden geniş yataklı bir deredir.

   Pınarhisar’dan Lüleburgaz’a doğru uzanan dereyi geçip ilerleyecekseniz, öte yandaki zorlu bayıra tırmanmanız gerekir.

   Dere boyunca kilometrelerce uzanan bayırdan attığınız her taş dereye düşer.

   Karşı bayırda boş yer yoktur. Her yer ekenek; o zamanlar bağlıktı şimdi gündöndülük, buğdaylık…

   Çevrede, sağlam yağan yağmurun sonrasında topraktan fışkıran mermi kovanları, kırık tüfekler, paslanmış fişek yığınları, süngüler, mataralar tarlaları süren traktör pulluklarına takılır da, nedense hiç savaşta ölmüş insanların kemikleri bulunmaz!

   Oysa 1912 yılı Ekim ayı sonu dört gün, bu topraklarda kendiliğinden oluşan elli km.’lik ‘Osmanlı Savunma Hattı’ boyunca Balkan Savaşı’nın en kanlı çarpışmaları yaşanmıştır. Bulgar kaynakları, bu savaşta 2536 Bulgar askerinin öldüğünü ama yaşamını yitiren Osmanlı askerlerinin sayısını kestirmenin olanaksız olduğunu yazarlar. (2)

   Savaş süresince Osmanlı cephesindeki subayların %75’inin de içinde bulunduğu elli bin askerin öldüğü söylenir. (3)

   1. Balkan Savaşı 18 Ekim 1912 günü Bulgaristan’ın Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etmesiyle başlar. 24 Ekim’de o zamanki adıyla Kırkkilise, direniş olmadan teslim alınır. Gazetecilik göreviyle bölgeye gelen, tarafsız yazılarıyla savaşı okuyucularına aktaran Lev Troçki: “Türklerin Kırkkilise’de tutunma gibi bir hesapları yoktu ve orayı esas olarak zaman kazanmak için savunmuşlardı,” der. (4)

   Bulgar komutanlar Kırkkilise’nin kolaylıkla teslim alınmasına şaşarlar ve başarıyı ödüllendirmek için olsa gerek orduya üç gün izin verirler.

   Bulgarlar, güneye indikçe; Babaeski’ye, Lüleburgaz’a yaklaştıkça bulduklarına daha çok şaşırırlar. Sorunsuz işleyen tren yolu, üzerinde cephane yüklü iki tren katarı, çamura saplanmış onlarca top, bol miktarda erzak savaşmadan onların olur.

   Bulgarlar bölgede ilk kez, 28 Ekim 1912 günü Karaağaç Deresi’ni aşıp bayıra tırmanınca

Osmanlı askerleriyle karşılaşırlar. Sonra başlar mitralyöz ateşleri, top-tüfek sesleri; şarapnel patlamaları; yaralanan insanların çığlıkları, inlemeleri… 

   Bizim karşı bayırın üstü tam dört gün boyunca Osmanlı askerlerinin, derenin beri yanı ise Bulgar askerlerinin olur.

   28 Ekim 1912 gecesi için Bulgar 3. Ordu komutanı General Dimitrief, emrindekilere 7 maddelik buyruk verir: “Gece için emniyet hattı 66 rakımlı tepedir (Türkbey’in 3 km. doğu-güneyinde)” der. “4. Ve 6. Tümenler arasında irtibat noktası 66 rakımlı tepedir(5) , diyerek bizim “66 Rakımlı Tepe”yi hedef gösterir.  

   Bulgarlar için savaşın pembe günleri orada biter; 28-29 Ekim günleri çok zorlamalarına karşın elli km.’lik ‘Osmanlı Savunma Hattı’nı delemezler.

   29 Ekim 1912 gecesini gazeteci, tarihçi, yazar Aram Andonyan, 4. Kolordu komutanı Abuk Ahmet Paşa’nın ağzından şöyle anlatır:

   Ve gece oldu. Abdullah Paşa, hayırlı haberler almıştı 3. kolordudan. Ertesi günü beklemek üzere askerlerine dinlenmeye çekilme emrini verdi. Bulgarlar da ateşi kesmişlerdi. Osmanlı sol kanadının komutanı Abuk Paşa sonradan şunları anlattı:

   ‘O zaman, askerlerimiz dinlendiler, siperlerde uykuya daldılar; fakat gece yarısına bir saat kala, mevzilerimiz hakkında çok iyi bilgiye sahip bulunan Bulgarlar, yeniden saldırıya başladılar. Öncülerimizin 300 m. kadar yakınına sokulduktan sonra projektörlerini siperlerimize yönelttiler. Gözleri kamaşan askerlerimiz, Bulgarların nerede bulunduklarını bilemiyorlardı, oysa Bulgarlar çok iyi görüyorlardı ve bizi gafil avlamayı başardılar.’

   Olan şuydu: General Dimitriyef, 6. tümenin henüz muharebeye katılmamış taze elemanlardan oluşan birliğini ateş hattına sürmüştü. Bu birlik, karanlıktan yararlanarak Türkbey tepesinden inmiş ve saldırıya geçmişti. Bulgarlar hiç ateşli silah kullanmadılar. Yalnız süngü ile hücum ettiler…(6)

   Abuk Ahmet Paşa’nın anlattıklarına karşın savaştan sonra “Bulgaristan Harbiye Nezareti Genelkurmay Dairesi Harp Tarihi Encümeni’nce yayınlandığı” ilk sayfasında belirtilen kitap: “Ordunun elinde bulunan pırıldaklar muhtemelen kıtaların varlığını ifşa etmek maksadıyla kullanılmamışlardır, (7)  diye yazar ama örnek olayda okunduğu gibi Bulgarlar acımasızca projektörleri kullanırlar.

   ‘Osmanlı Savunma Hattı’; acemi askerlerden oluşan Uşak, Kastamonu ve İzmit redif birlikleri tarafından savunulan “66 Rakımlı Tepe”de, bu olayla ilk kez delinir ve önlerinde engel kalmayan Bulgar ordusu, geride savaştan ve hastalıktan ölen binlerce insan bedeni bırakarak Kasım ayı ortalarında Çatalca’ya varır.

   Yıl 1912…

   Sonra… Toprağın üstüne serilmiş yüz binlerce insanın kemikleri toplanmış, İngiltere bu kemikleri alarak kaliteli porselen yapımı için ticari mal değerlendirmesiyle kullanmıştı.” (1) Yazımı, “Yedinci Bayrak” kitabındaki paragraf ile böyle tamamlıyor değerli yazar Ayla Kutlu…

   Sayın Ayla Kutlu ile hemen iletişim kurduk.

   Yüreğimizdeki şüpheyi giderecek, kitabındaki bilgiyi sağlamlaştıracak kaynakları sorduk.

   Sayın Kutlu’nun sıcak, içten yanıtı düşümüzde başka kapılar açarak geldi: “O sırada Ankara Radyosu’nda Drama Şubesi Müdürü Yahya Akengin anlattı: Balkan Savaşlarından sonra, İngiltere’de yayınlanan bir gazetede, ‘Bristol kentindeki porselen fabrikasına porselen yapımında kullanılmak üzere bir gemi dolusu Osmanlı askerlerinin ve halkının toprak üstünde kalmış kemiklerinin getirildiğinin yazıldığını’ söyledi. Ben anlatımımın ardında, kitabımın kaynakçası olan eserlerden birinde bu haberi gözümle gördüm. Ama şimdi hangisinde gördüğümü hatırlamıyorum. Aradan epey zaman geçti ve kitap beni çok yordu.

Yine de bugün iletinizi aldıktan sonra size çok güvenilir bir uzman kaynaktan teyit ettirdiğim bu gerçeği iletmekten dolayı içim rahat. Ülkemizde birkaç üniversitede ‘Tasarım’ bölümlerini kuran gerçek bir aydın ve çok çalışkan bir hoca olan, dostluğuyla onur duyduğum Önder Küçükerman’a teyit ettirdim,” dedi.  

   Düşman da olsa, ölen insana saygı; bırakın dini gerekleri en azından insanlık gereğidir, değil mi?

   Boşuna uğraştığımı bile bile, o yıllarda Tekirdağ Limanı’ndan İngiltere Bristol’e giden gemilerin olup olmadığını araştırdım. Belki sararmış defterlerde bir kayıt, tozlu sandıkların içinden çıkacak bir konşimento…

   İngilizlerin bu ‘porselen sevdası’ aklıma takıldı; yine ‘16. yüzyıldaki “Lale soğanları” çılgınlığı’ gibi, ‘15. yüzyılda en yüksek kubbeyi yapmak’ gibi Batı’nın Doğu’ya özentisi miydi?

   Kaliteye ulaşma demeyin; bence, onlardan daha iyi olduklarını sanıp, bu duyguyu kendilerine kanıtlama uğraşıydı.

   Çin’de üç bin yıl önce de porselen yapılıyordu. Zamanla elde edilen deneyimle 14. yy’ın başında yüksek kalite mavi ve beyaz ürünler üretiliyordu. Avrupalılar, Çin’den ihraç edilen porselenleri taklit etmeye, tıpkılarını üretmeye epeyce uğraşmışlar.

   Masalı duymuşsunuzdur: “Çin Kralı’nın en sevdiği cam gibi porselen tabak, sarayda kazara kırılmış. Kralın bol vaatleriyle, ülkenin tüm porselen ustaları tıpkısını yapmaya uğraşmışlar. Fırınlar ayrı derecelerde ateşlenmiş, kumu, kili, çamuru ayrı bölgelerden getirilip denenmiş ama hep boşuna… Gururlu bir porselen ustası gün boyu uğraşına karşın aynı rengi tutturamayınca hazırladığı eskiz ile birlikte akşamdan fırına girer. Sabah çırakları ustayı bulamazlar ama Çin Kralı’nın en sevdiği cam gibi porselen tabak fırının içindedir.”

   Josiah Spode adlı bir İngiliz de bu Çin masalını duymuş olmalı ki, 19. Yüzyıl başında porselen üretiminde ilk kez kemik tozu kullanır. (8)  

   Harcına Avrupa’da bulunmayan kaolen yerine kemik tozu katmak, porselenin darbelere ve ısı değişikliklerine karşı dayanıklılığını; camsı yapısını, beyazlığını arttırıyormuş.  

   Porselen üreten İngilizlerin kemik gereksinimlerine ülkelerindeki hayvan sayısı yetmeyince gözlerini dünyaya dikmişler.

   Kemik porseleni üretiminin arttığı günlerde, “93 Harbi”, “Plevne Savunması” yaşanır ve İngiliz porselencileri bu savaşlara bir başka gözle bakarlar.

   İngiliz gazeteleri telgraflarla anında haber gönderebilen çok sayıda gazeteciyi, savaş sahnelerini canlandıracak ressamları gönderip savaşı İstanbul’dan daha sıkı izlerler. Her sabah kahvaltılarını yapan İngiliz asılzadeler, gazetelerinden Plevne Savunması’nı okurken, savaşın adına “The Breakfast War (꞊Kahvaltı Savaşı)” derler. (9)   

   İngiliz gazeteciler habercilik görevlerinin yanı sıra savaşı kızıştırmak, karıştırmak gibi başka işler de yaparlar.

   O günlerde General Skobelof’ın yanında meşhur İngiliz Gazetesi ‘Deyl Niyuvz’un bir muhabiri (Seamus Mc Lafin) vardı. Bu adam gazetesine Türkler aleyhine bir sürü havadis veriyordu. Bu gazete ile ‘Taymis’ gazetesinin Türkler aleyhindeki yazılarla dolu sayılarından dörder tane ayırarak ve mavi kalemle çizerek Osman Paşa’ya gönderdi.” (10)  

    Osman Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu, Rus ve Romen ordularına karşı 45 gün boyunca Plevne’yi savunur.

   Bir yanda leş bekleyen akbabalar gibi ortalıkta dolanan art niyetli sömürgenler, öbür yanda sömürgenden medet uman Padişah…

   Padişah, “Vid Vadisi’nde seksen bin insanla birlikte Gazi Osman Paşa’nın da öldüğü” yalan haberi geldiğinde naaşların İstanbul’a getirilmesi için bile İngiltere’den yardım bekler. “Gazi Osman Paşa’nın naaşlarını İstanbul’a getirmek için İngiliz aracılığıyla temasta bulunulmuştur.” (11)  

   İngiliz porselencilerin, Plevne Savunması’nda ölenlerin bedenlerini alıp götüreceğinden Padişahın haberi olmaz mı?

   Yıl 1878…

   Yazmışlar işte: “Plevne’deki savaş ressamlarından biri olan İrving Montagu, 1879’da bir Bristol gazetesinde şöyle bir haber okumuştu: ‘30 ton insan kemiği Plevne’den Bristol limanına getirilmiştir.’ Ufacık bir Balkan kasabasını ele geçirmek ve savunmak için hayatlarını verenler, İngiliz topraklarını gübrelemekte kullanılıyordu”.  (12)   

 

 

                                                                                       Hüseyin Kenan GÖREN

 

 

 

  (1)   Ayla Kutlu, Yedinci Bayrak. Bilgi Yayınları, 2. Baskı. Ankara 2016, s.368

  (2)   Türk - Bulgar Harbi 3. Cilt. İstanbul Askeri Basımevi 1945, s. 385

  (3)   Fatih Kerimî, İstanbul Mektupları, Hazırlayan: Dr. Fazıl Gökçek, Çağrı Yayınları, İstanbul 2001, s. 68

  (4)   Lev Troçki, Balkan Savaşları. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. İstanbul 2012, s. 256

  (5)   Türk - Bulgar Harbi 3. Cilt. İstanbul Askeri Basımevi 1945, s. 92

  (6)   Aram Andonyan, Balkan Savaşı. Aras Yayıncılık, 3. Baskı. İstanbul 2021. s. 489

  (7)   Türk - Bulgar Harbi 3. Cilt. İstanbul Askeri Basımevi 1945, s. 391

  (8)   Prof. Önder Küçükerman, Dünya Saraylarının Prestij Teknolojisi Porselen Sanatı. Sümerbank Genel

          Müdürlüğü yayını. Ankara 1987, s. 32

  (9)   Rupert Furneaux, Tuna Nehri Akmam Diyor. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 2. Baskı. İstanbul 2021.

          Kitabın özgün adı.

(10)   A. Hilmi Yücebaş, Gazi Osman Paşa ve Plevne. Kenan Matbaası, İstanbul 1943, s. 44
(11)   Mahmut Talat Bey, Plevne Müdafaası. Babıali Kültür Yayınları, İstanbul 2008, s. 14-15

(12)   Rupert Furneaux, Tuna Nehri Akmam Diyor. Milliyet Yayınları 2. Baskı. Şubat 1972, s. 298 

 

Hiç yorum yok: